Bayramın ikinci günü Boğaz turundaydık. İki üç hafta önce kısa tura gitmiştik, bu kez uzun tur çeldi aklımızı. En son bundan yirmi dört yıl önceydi galiba o zamanlar gittik, evliliğin ilk yıllarıydı kayınvalidem ve kayınpederimi Boğaz turuna götürmüştüm. Biraz nostaljik bir gezi oldu bu defaki…
Aradan yıllar geçmiş, çok şey değişmişti. Kalabalık örneğin, İstanbul doksanlı yıllarda bu kadar kalabalık, bu kadar kaba değildi. Tavırlar, konuşmalar kabalaşmıştı. Vapurda yaşadığım minik bir olay, biraz canımı sıkmadı değil. Ön tarafta, açık bölümde oturuyordum. Biraz rüzgâr aldığı için bizimkiler içeriye geçtiler. Manzarayı izlemek istediğim için ben kaldım. O arada iki hanım, iki küçük kız, yine onlardan iki erkek, bir de erkek çocuk… Önce biri geçti önüme, sonra diğeri; küçük kızlardan biri gelip ayağıma bastı. Sonra gelip yanımdaki boş yere oturarak beni iyice sıkıştırdılar. Ellerindeki çerez poşetlerinin yere düşmesine aldırmadan yüksek sesle konuşuyorlardı. Kadınlar oturduktan sonra erkekler, manzaramı kapatacak şekilde önüme geçtiler. Artık iş inada bindi, onların bu fütursuz, kaba davranışlarını hazmedemediğim için ben de ayrılmadım oradan. Sonunda adamlardan biri sabrımı taşırdı. Adam benim dizlerime dokunacak şekilde korkuluklara ve neredeyse üstüme abanınca sadece benim değil karşımda eşiyle oturan bir adamın da uyarısı karşısında özür dilemek zorunda kaldı.
Sadece tavırlar, davranışlar değil, konuşmalar da kabaydı genel olarak…
Necip Fazıl’ın
“Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul”u gitmişti sanki. İstanbul Türkçesinin yerinde yeller esiyordu. Yıllarca gereğinden fazla göç aldığı için mi hazımsızlık yaşıyordu güzelim İstanbul?
Neyse, asıl anlatmak istediğim bu değil ben Boğaz turunu anlatmak için başlamıştım fakat bunlar da ne yazık ki turumuzun bir parçası oldu.
Eminönü’nden 13.35’te başladı turumuz.
Yahya Kemal’in “Git bu mevsimde gurub vakti Cihangir’den bak!” dediği Üsküdar’a Cihangir’den değil ama denizden baktık.
Üsküdar, artık gizemi kalmasa da yine de şahane Kız Kulesi, Kırım Savaşı sırasında gece gündüz yaralı İngiliz askerlerine baktığı için askerler tarafından Lambalı Kadın adı verilen Florence Nightingale’e ev sahipliği yapan Selimiye Kışlası’yla karşımızda işte yine. Selimiye Kışlası eşimin de görev yeriydi bir zamanlar. Eşofmanlarıyla gidip geldiği için komşuların bazıları tarafından sporcu olarak tahmin edilen eşimin, bir gün resmi kıyafetleriyle işe gidince asker olduğu anlaşılmıştı ve meraklı komşularımızın “Aaa sizin eşiniz subay mıydı?” sorularına maruz kalmıştım. Kız Kulesi’nin hemen üstündeki Perili Köşk’e çok yakın olan, iki yılımızın geçtiği o küçük ev; akşamları deniz kıyısında yürüyüşler, balığa çıkmalar, Harem otogarı, Harem’den yukarıya çıkan merdivenlerin çok yakınında bir zamanlar Deniz Gezmiş’in ailesiyle birlikte oturduğu ev, Hezarfen Ahmet Çelebi’nin 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi’nden kuş kanatlarına benzer bir araçla kendini boşluğa bırakarak İstanbul Boğazı’nı geçip indiği Doğancılar Parkı, bağrındaki Karacaahmet nedeniyle yaşayandan çok ölü nüfusunun olduğu söylenen Üsküdar, tüm haşmeti ve geçmişiyle karşımızdaydı işte…
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar, ölümsüz bir aşkın da sembolüdür aslında:
İstanbul’a güneş buradan doğar, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin iki minaresi arasından, aynı anda da Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin minareleri arasından batar ay.
“Mihrimah” güneş ve ay demektir. Derler ki, bu iki külliyenin mimarı Koca Sinan aşık imiş Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’a. Hiç dillendirmemiş aşkını ama hesaplamış ayla güneşin doğuşunu ve batışını ve o hesaba göre iki Mihrimah Camii’ni de kendi seçtiği yerlerde inşa etmiş.
Hiç dile düşürmediği aşkını İstanbul’un iki yakasında güneşin doğup ayın battığı noktalarda ölümsüzleştirmiş.
oltada balık, çığlık çığlığa martılar
efsane içinde efsane.
Lale Devri şairi Nedim’in de son durağıdır Üsküdar. Çiçekçi’de uyumaktadır son uykusunu Nedim.
Valide sultanlar tarafından yaptırılan camilerden dolayı A. Hamdi Tanpınar’ın “kadınlar saltanatı var” dediği semttir Üsküdar…
Bir gidiş öyküsüdür Üsküdar…
Ömer Erdem’in dediği gibi:
üsküdar asyadır çine kadar
her kış
bıraksa da köpük saçlı kızlarını
kıyıya
öfkeli bir yağmurla iner rüzgar
şemsipaşa ceviz bir cami, demirinden
yan gözle cihangir’e bakar
demişti ki tanpınar
üsküdar uçarsa gider istanbul
yürüyemez sokaklarında çocuklar
Eski adı Scutari olan ve Necip Fazıl’ın dizeleriyle
“Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar…
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ‘ Katibim’i...”
İkinci durak Beşiktaş…
Beşiktaş deyince aklıma Cahit Sıtkı, gelir; Beşiktaş’taki ilk gençliği, ilk sevgilisi gelir. Biz geçerken de Beşiktaş iskelesinin oralarda bir yerde görür gibi oluyorum onları. Bir de Ziya Osman Saba, Kuleli Askeri Lisesi’nde öğretmenlik yapan ve hafta sonları kendisini almaya gelen içgüveyisi babasıyla iskelede bir kahvede oturuyorlardı sanki. Hem belki biliyorsunuzdur Cahit Sıtkı ve Ziya Osman Saba, Galatasaray Lisesinde birlikte okumuş, çok iyi iki dosttur. Yirmi yılı aşkın bir süre yazılmış Ziya’ya Mektuplar da bu dostluğun ürünüdür.
“Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman eyledi Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.”
Beşiktaş’ta Nedim’in de bir evi var mıdır acep? Der ki Nedim:
“Münasiptir sana ey tıfl-i nazım huccetin al gel
Beşiktaş’a yakın bir hane-i viranımız vardır”
Yüzümüzü Beşiktaş’a verdiysek birazdan Ortaköy Camii’ni ve Boğaz Köprüsü’nü göreceğiz demektir. Kuleli Askeri Lisesini de geçince ver elini Kanlıca…
Rivayettir: Zamanın Osmanlı sultanlarından biri bir gün emir vererek İstanbul’un havası en temiz semtinin bulunmasını ister. Vezirlerden biri, her semte kanlı et bulunan direklerin asılmasını ve en geç bozulan etin asılı olduğu direğin olduğu semtin, en temiz semt olacağını söyler. Sultan emir verir ve Kanlıca büyük arayla birinci olur ve Osmanlı sultanı, bu semte “Kanlıca” ismini verir.
Yahya Kemal’le ayrılıyoruz oradan:
Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları
bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Avrupa Yakası’nda konuşlanmış Sarıyer, Orhan Veli’yi ve onun uzun yürüyüşlerini hatırlatıyor bana. Orhan Veli, bir dönem burada oturmuş ve Ankara’daki sevgilisi Nahit Hanım’a yazdığı mektupları gönderebilmek için buradan Sirkeci Postanesi’ne kadar yürümüştür çoğu zaman. Parasızlığın gözü çıksın…
Sonra Rumeli Kavağı ve son durağımız Anadolu Kavağı…
“Balık kavağa çıkınca “ diye bir deyimimiz vardır bilmem bilir misiniz? Derler ki:
Eski İstanbul, şimdikine kıyasla gerçek bir balıkçı şehriymiş. Balığı da, balıkçısı da çokmuş. Tutulan balıkların satılması, Yemiş iskelesi ve Balık pazarından başlayan ve bu merkezlerin etrafında semt semt genişleyerek büyüyen pazarlarda yapılırmış. Balığın çok fazla tutulduğu günlerde ise, Tophane’den Rumeli Kavağı’na ve Üsküdar’dan Anadolu Kavağı’na kadar her yere çeşitli vasıtalarla götürülüp satılırmış.
Rumeli ve Anadolu Kavağı’na kadar balık satıcılarının gitmesi balığın çok bol olduğu zamanlarda görülürmüş.
O devirlerden bir günde ihtiyar bir kadın balık alacakmış. Fiyatını sormuş. Balıkçının istediği parayı çok pahalı bulduğundan “Yarısını vereyim iş tamam olsun” demiş. Biçare balıkçı bu pazarlığa çok içerlemiş ve:
“Hanım teyze” demiş. “O senin dediğin fiyata ancak balık kavağa çıktığı zaman satarız.”
Bu deyim, bir işin hiçbir zaman olmayacağını anlatmak için kullanılır.
Marmara’nın Karadeniz’i kucakladığı yerdeyiz Bundan gerisi Poyrazköy ve Anadolu Feneri ve gayrısı Karadeniz. Duyduğuma göre burası, dünyanın ilk gümrüğüymüş. Kavak da gümrük anlamında… Cenevizlilerden kalma Yoros Kalesi var tepede. Biz çıkamadık, çıkanlar, buradan Marmara ve Karadeniz’in birbirine kavuştuğunu gördüklerini söylüyorlar.
Ve dönüş yolunda 89’un sonlarına doğru karaladığım dizeler takılıyor dilime ve yüreğime:
her şey çok boyutlu
ellerinde yumuşacık bir istanbul
ellerin yine mavi
istanbul
martıların
geçipgidensuların
gemilerin çığlığında şimdi
gölgelerimiz yan yana uzamıştı cadde boyu
kız kulesi sağımızda kalıyordu
tütün şarap ve balık kokuyorduk
ve
zaman korkmadan geçiyordu suların üstünden
istanbul
beyoğlu sokaklarında
dileniyordu
balık tutuyordu boğaz’ın serin sularında
köprüler
enikonu serilmişti
suların üzerine
insanlar boyuna yoksullardı
bir çocuk
hiç durmadan simit satıyordu
bir adam
yoksul sandalyesinin dibinde
köprü altında upuzun yatıyordu
herkes kendi dünyasındaydı
biz
neresindeydik
kendimizin
masmavi, ipincecik bir ipti yaşamak
en çok sustuğumuz yerden kanıyordu
yalnızlıklarımız eşitlenmişti
bundandı belki durup durup hüzünlenmelerimiz de
en güzel yanılışım demek isterdim
ellerinin maviliğine.






Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır
Bir kân-ı niamdır ki anın gevheri ikbâl
Bir bağ-ı iremdir ki gülü izz ü alâdır
Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ
El-hak bu ne halet bu ne hoş âb u hevâdır……