DİDİM DİDİKLERİ

Geziye ve yazıya devam… Geçtiğimiz hafta sonunda, Zeus’un oğlu, Artemis’in ikiz kardeşi; nehir perisinin kızı Daphne’nin aşığı;  müziğin, ateşin, şiirin, gümüş rengi okların ve hekimliğin tanrısı Apollon’un evindeydik. Tanrı Apollon’un evindeki bir evdeydik. Görümcem Dilek Can Korkmaz’ın davetlisiydik.

Cemal Süreya  “Tanrım siz şu uzun Anadolu’yu çocukluk günlerinizde mi yarattınız?“ der bir şiirinde. İşte o uzun Anadolu’nun en batısında tanrıların, tanrıçaların, filozofların mekanındaydık, antik tarihin koynundaydık yani. Nereye baksak tarih, nereye baksak geçmiş kokuyordu Didim. Adını bile tanrılardan almış. Didyma, ikizler anlamında bir sözcük. Tanrı Apollon’un kardeşi Artemis’i yani Efes’i çağrıştırıyor.

Neresinden başlasam Didim günlerinin bilmiyorum. Ah keşke oğlum da yanımızda olsaydı diye içimden geçirdiğim birlikte yediğimiz aile yemeklerinin sonunda terasta, yıldızların altında yapılan gece sohbetlerinden mi, ya da  Saplı Ada veya Sahte Cennet’ten mi? Yoksa Thales’in mekanı Milet’ten mi? Yoksa herkesin öve öve bitiremediği Altınkum’dan mı?

Hepsi de  çok güzeldi. Güzel olmayan şeyler de vardı Didim’de. Saplı Ada’ya bakan tepeler rant uğruna birbirinden çirkin binalarla doldurulmuştu, yeşillikler talan edilmişti.

Saplı Ada dedikleri,  çakıl taslarından oluşan incecik bir yolla yürüyerek ulaşılan  ve üzerinde koyunlardan, bir minibüs, bir traktör ve bıyıklı doğulu bir adamdan başka kimsenin olmadığı bir adaydı. Deniz diz boyuydu Saplı Ada’da.
DSC03668

Saplı Ada’dan hemen sonra Sahte Cennet denilen bir plaja düştü yolumuz. Keşke Sahte Cennet demeselerdi diye düşünmedim değil. Ben olsaydım Saklı Cennet derdim oraya. Çünkü gerçekten de ana yolun uzağındaydı, saklanmıştı yoldan ve geçenlerden. O gün orada, akşamüstü denize girenleri seyrederken aklımdan Yahya Kemal geçti nedense. Diyor ya Yahya Kemal “ Günler kısaldı / Kanlıca’nın ihtiyarları bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları”
Ertesi gün Apollon Tapınağı’ndaydık.

DSC03794
Apollon demişken Midas’ın Kulaklarını anmamak olmaz. Bu mitolojik hikâye,  oyun yazarı Güngör Dilmen‘in 1959’da 29 yaşındayken kaleme aldığı tek perdelik manzum Midas’ın Kulakları adlı manzum oyununa da konu olmuştur. Hikâye şöyle:

“Kral Midas, Tmolos Dağı’nın yamacında dolaşırken güneş tanrısı Apollon ile şarap tanrısı Pan’ın müzik yarışı yaptıklarını ve bu yarışmaya yargıç olarak dağ tanrısı Tmolos’u seçtiklerini görür. Apollon’un lirini de Pan’ın flütünü de dinleyen Midas, flütün sesini çok beğenir.

Tmolos, ödülü Apollon’a verse de yarışmaya tanık olan Midas flütü daha çok beğendiğini söyleyince Apollon, Midas’ın kulaklarını uzatıp eşek kulağı haline getirerek ondan öç alır.

Midas, utandığı eşek kulaklarını sivri külahı ile bir süre saklar ama saçını sakalını her gün tıraş eden berberin kulaklarını görmesini engelleyemez. Berber kimseye açmadığı bu sırdan kurtulmak için bir tür kulak olarak benzetilen kuyuya eğilerek “Midas’ın kulakları eşek kulaklarıdır.” diye seslenir. Uğuldayan kuyunun yakınındaki sazlar, yel estikçe dile gelerek “Midas’ın kulakları eşek kulaklarıdır.” diye yankılanmaya başlarlar. Bunu duyan Midas hiddetlenir ve sazların kesilmesini emreder. Ancak kuyunun suyu sazlara geçirmiş ve sırrı yayılmıştır. Sazlar kestirilir ama bu sefer de sırrı keçiler korosu seslendirir.

Sırrı yayılan Midas, zamanla kulaklarına alışır; hatta onları bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak görmeye başlar. Artık kulaklarını gizlemez, törenlerde halka sergiler. Midas’ın ona verdiği cezayı hiçlediğini gören Apollon, bu sefer kulakları geri alarak Midas’ı cezalandırır. Halk bu kez Midas’la kulakları artık eşek kulağı olmadığı için alay edip onu aşağılar.”
Beni bir de  Medusa’nın hikâyesi etkiledi. Derler ya kadın kadının kurdudur diye. Gerçekten de doğru. Çok güzel bir kadının başka bir kadın tarafından dünyanın en çirkin kadınına dönüştürülmesinin öyküsüydü bu.

DSC03801
Edip Cansever’in
“ Bir buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz
Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün medüzalar
Aşar söylediklerimizi çeker gideriz
Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz
Kıyısında camların bozbulanık rakılar” dediği Medusa…

Kendisine bakanı taş kesen, yılan saçlı, kesik başlı  Medusa…  Roma döneminde ‘kötülüklerden koruyucu’ olduğuna inanılan, kılıçların kabzalarına ve kalkanlara işlenen Medusa’nın önünde fotoğraflar çektiriyoruz.  Sonra da on yedi kilometrelik kutsal yolu takip ederek bir zamanların liman kenti Milet’e doğru yola çıkıyoruz. Bu antik gezinin unutulmayacak bir anı da arabayken oğlumla skype’ten görüşmemiz oluyor. Oğuzhan, el yordamıyla araba kullanıp kendisine laf yetiştirmeye çalışan babasını “Baba arkandaki otobüse dikkat et.” diyerek uyarıyor taaa Kanada’lardan. Teknolojinin nimetleri işte…

Milet’e girer girmez Kültür Bakanlığının iki görevlisi dibimizde beliriveriyor. Altmış beş yaş üstüne para almadıkları için kayınvalidem ve kayınpederim Milet’i ücretsiz gezme ayrıcalığından yararlanıyorlar. Fakat öğretmenlere ayrıcalık tanınmadığı için biz bilet almak zorunda kalıyoruz. Bir de park ücreti alıyorlar tabii. Aslında bunu yaparak şunu diyor sanki devlet büyüklerimiz: “Gelmeyin buralara ne işiniz var taşla toprakla, kültür ve geçmişle. Öğrenmeyin, bırakın öyle kalsın.” Bence böyle yerler vatandaşlara ücretsiz olmalı ve ayrıca ücretsiz rehberlik hizmeti verilmeli bakanlık tarafından. İnsanlar paraya kıyıp içeriye girseler bile öyle taşı toprağı seyredip bir şey anlamadan ayrılıyor böyle yerlerden. Sonra da “Aman ne işiniz var oralarda her taraf taş işte.” diyorlar. Kültürel zenginliklerimizin, yaşadığımız coğrafyanın farkında olmadığımız için kıymetini de bilmiyoruz sanki. Bir aidiyet duygusu gelişmiyor içimizde… Neyse bilet paralarını alan görevliler bir daha görünmüyor ortalıkta, hoş çok gelen de yok oralara…

Oysa Milet, felsefenin doğum yeri… Zira Thales’ in suya baktığı,  Anaksimenes’ in havayı içine çektiği, Anaksimandros’ un belirsizliklere düştüğü

yer…  Havasukaos üçgeninin ata-babalarının doğup büyüdüğü yer yani… İlk felsefe okulunun kurulduğu yer… 90’lı yıllarda Milli Eğitim Bakanlığının felsefe kitabı yazma komisyonunda redaktör olarak yer almam dolayısıyla felsefeyle epey içli dışlı olan biri olarak burayı görmek, bu ilk filozoflarla farklı zamanlarda da olsa aynı coğrafyayı paylaşmak beni çok heyecanlandırdı doğrusu…

Emekli matematik öğretmeni olan kayınpederimle Thales’ten, Thales bağıntısından konuşuyoruz. Thales sadece bir filozof değil çünkü.  Güneş tutulmasını periyodik bir biçimde hesaplayan, Mısır’da kaldığı sırada, gölge boyunun tam olarak cismin kendi boyuyla eşit olduğu vakit piramitlerin boylarını ölçen bir matematikçi de aynı zamanda…

DSC03942

Milet kent alanında bizi karşılayan muhteşem amfitiyatroyu geziyoruz hep birlikte… Anılarımıza yoldaşlık etsin diye fotoğraflar çektiriyoruz. Bildiğim kadarıyla on beş bin kişi alıyormuş bu tiyatro ve akustik özellikleri çok iyiymiş.

DSC03991

Sonraki durağımız Roma kralının karısı Faustina tarafından yapılmış hamamlar… Anadolu’nun en büyük antik hamamları bunlar, çok da iyi korunmuşlar doğrusu. Bir dizi odadan oluşan Faustina Hamamları bir de havuza sahip. Havuzun bir kenarında dirseğine dayanıp uzanmış nehir tanrısı Meandros’un heykeli, diğer tarafında da mermer bir aslan heykeli var. M.Ö. 5-6. yüzyıl tarihli bu aslan heykelinin orijinaline de sahip çıkamamışız birçok değerimizi kaçırdığımız gibi bu aslan da kaçmış elimizden. Aslanın kendisi Louvre Müzesi’ndeymiş. Bir gün orijinaliyle karşılaşmak da nasip olur inşallah diyerek çakma aslan heykeliyle ve nehir tanrısı Meandros’la fotoğraflar çekip ayrılıyoruz bu tarih ve felsefe kokan antik kentten.

Apollon’un Tapınağı’nda başlayan yolculuğumuz  akşam saatlerinde Altınkum sahilinde ailece yapılan gezintiyle sona eriyor. Biraz kalabalık olmasına karşın güzel bir sahil Altınkum. Methettikleri kadar var doğrusu. Nihat Behram ve Canan Karatay’ın imza günü de renk katıyor bu akşam gezimize.

DSC04061

İki arabayla çıktığımız dönüş yolunda polis çeviriyor bizi. Hem eşimi hem de Dilek’in eşi İlhan’ı arabadan indiriyor polis. Acaba diyoruz yabancı plakalı olduğumuz için mi durdurdular bizi, neyse bir şey bulamadıkları için salıveriliyoruz.

Gecenin geç saatlerinde yediğimiz akşam yemeği ve teras sohbetiyle geçiriyoruz Didim’deki son gecemizi. Ertesi sabah da yolcu yolunda gerek diyerek erkenden vuruyoruz kendimizi Bursa yollarına. Didim Didim didikleri bu kadar değil elbette, ben dilim döndüğünce bu geziyi de aile tarihimizde yerini almak üzere yazıya geçiriyorum. Her ne kadar sürç-i lisan eyledimse affola…

Yorum bırakın