Yazın son günlerinde Paris’teydim, hayaller şehrinde… Uçağa bineceğim sabahın gecesi, oğlumla buluşacak ve Paris’i görecek olmanın heyecanıyla uykusuz geçti.
Sabiha Gökçen’den uçağa bindiğimde, heyecanım doruktaydı. Çok değil beş saat sonra Paris’te olacaktım. Amsterdam üzerinden aktarmalı uçuşumuz, Charles De Gaulle’de sona erdiğinde saat 14.00 sıralarıydı. Bu seferki seyahatimiz, dört günlük olduğundan valiz falan götürmedik. İki sırt çantasıyla çıktık yola. Ben oğlum için zeytinyağlı sarma, börek falan götürdüm yine de yanımda, lokum da tabii. Amsterdam’da sıkı bir güvenlik kontrolünden geçtik ama yanımda götürdüklerim sorun olmadı. Hatta KLM uçağına bineceğimiz kapıdaki görevli, pasaportumu kontrol ederken “İyi uçuşlar” deyince ben şaşkınlıkla eşime dönerek “Aaa, bak Türkçe konuşuyor!”, görevli “Eee, ben kendim de Türk’üm de ondan.” demez mi! Ben “Nerelisiniz?” diye muhabbeti ilerletince “İzmirliyim” cevabına sanki sormuş gibi “Biz de Bursalı!” karşılığını da vererek arkamda bekleyenleri sinir etmiş olabilirim. Neyse ki İzmir’in neresinden diye sorup daha da uzatmadım muhabbeti.
Charles De Gaulle Havaalanı’na indiğimizde oğlum bizi bekliyordu. Madrid’den geliyordu, bir saat önce ORLY’e inmişti. Böyle karşılaşma anlarında gözüm ondan başkasını görmüyor hatta ne kadar kalabalık olursa olsun, onca insanın arasında ilk onu görüyorum. Bu sefer de öyle oldu. Bir ay önce Vancouver Havaalanı’nda ayrılmıştık. Günlerdir bu anı hayal eden ben, özlemle sarıldım oğluma. İşte yine, önümüzde birlikte geçecek dört gün vardı ve bu dört günü ilk kez göreceğimiz Paris’te geçirecektik. Kavuşmak, ayrılıkların ödülüydü bizim için.
Havaalanında ilk gördüğüm oğlumsa ikinci gördüğüm de kocaman bir piyanoydu. Şaşırdım tabii ama bir o kadar da mutlu oldum. Paris, bizi müzikle karşılıyordu işte.


Oğlum, sanki yıllardır yaşıyordu bu şehirde, onun bu rahatlığı bize de sirayet etti. Tatilimiz boyunca da onunla gezmenin ne kadar konforlu ve güzel olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Bize öyle güzel rehberlik yaptı ki gezimiz onun sayesinde daha da anlamlı oldu. Havaalanından RER B’ye binerek ayrıldık. Fransızların müthiş bir yer altı ulaşım ağı var. İlk başlarda bana çok karışık gelse de birkaç metro deneyiminden sonra metro ulaşımını çözdüğümü söyleyebilirim. Metroları çok eski, 1900’lerden kalma, fakat çok büyük, bütün bir şehri yeraltından gezebilirsiniz, 240 kilometrelik bir ağ kurmuşlar yerin altında.
Paris’in simgesi Eyfel falan değil, metrosu bence. Hiçbir istasyon birbirine benzemiyor, bazıları özellikle merkezdekiler son derece ilginç şekilde tasarlanmış, bazı istasyonları ise ürkütücü ve oldukça döküntü… Hele gecenin belli bir saatinden sonra evsizler, sarhoşlar ve dilencilerin de sığınağı… Paris günlerinde metroyu çok sık kullandık. Bazı istasyonlardan çok etkilendim doğrusu. Birinde klasik müzik çalıyordu, diğerinde leylak kokuları karşıladı bizi. Hele metrodaki Fransızca… Sanki durakların ismi değil de şiir okunuyor. Chatalet, Charles de Gaulle, Anvers, La Chapalle, Bir-Hakeim deyişlerini hâlâ işitiyor gibiyim. Chatalet, en çok kullandığımız istasyon oldu. Bir de Arts et Métiers durağı da sanki bir sanat galerisi gibiydi. Vatmansız çalışan 14. Hat da aklımda kalanlardan.


Porte D’Orleans’ta bulunan otelimize ulaşmak yarım sarım saatten fazla sürdü sanırım. Hayatımdaki en unutulmaz tren yolculuklarımdan birincisi Niyagara’ya giderken bindiğimiz iki katlı trendeki yolculuğumuz ise, ikincisi de buydu ve ikisinde de üç kişiydik. Yolculuğu unutulmaz kılan en önemli faktör de buydu. Özlem bitmişti, birlikteydik ve bilmediğimiz bir yere yolculuk ediyorduk.
Oteldeki odamız küçücüktü. Sonradan öğrendim ki insanlar, vakitlerini daha çok dışarıda geçirsinler diye buradaki otellerin odaları genellikle küçücük olurmuş. Güzel ve temiz bir oteldi, kaldığımız süre içinde her gün çarşaflarımızı değiştirdiler, odayı temizlediler. Kahvaltısı da güzeldi, açık büfeydi. Bildiğimiz Türk kahvaltısına yakın… Çay yoktu sadece. Bir de kruvasanları harikaydı.
Onca yorgunluğumuza rağmen öğleden sonramızı otelde geçirecek değildik. Odanın küçücük penceresinden (pencere dedim de Paris’te evlerin pencereleri genellikle küçük. On dokuzuncu yüzyılda evlerin vergisi pencerelerin büyüklüğüne göre hesaplanıyormuş.) gördüğüm Eyfel’e gitme önerisini getirdim. Bizimkiler de benimsediler öneriyi. Yürüyerek gideriz ve çevreyi de görürüz diyorduk ama dışarıya çıkıp biraz yürümeye başladığımızda fikrimizi değiştirdik ve metroyla gitmeye karar verdik.
PARİS’İN SULTANAHMET’İ EYFEL

Bir-Hakeim durağında inerek Eyfel Kulesi’ne doğru yürümeye başladık. Arada çok bir mesafe yok. Kuleyi ilk gördüğümde hayal kırıklığı yaşadığımı söylemeliyim. Koca bir şehrin simgesi olan bu demir yığını, bende aman aman bir hayranlık uyandırmadı. Yine de arkamıza Eyfel’i alarak bütün turistlerin yaptığı gibi fotoğraflar çektik.

Fransız Devrimi’nin yüzüncü yıl kutlamaları anısına Dünya Fuarı için yapılmış olan Eyfel Kulesi (orijinal adı Eiffel) için on bin ton demir kullanılmış. Üç bin işçinin yirmi beş aylık emeği varmış burada. Yüksekliği üç yüz metreyi biraz geçiyor. Yirmi yıllığına yapılan kule, Atlantik ötesi haberleşmeye olanak sağladığından sökülmemiş. Yapıldığı yıllardan itibaren burada dört yüz kadar intihar gerçekleştiğinden kulenin seyir terasları tel kafeslerle kapatılmış. Bu kısa bilgi yeter, meraklısı ayrıntısına bakar.
Eyfel’in olduğu meydanın Sultanahmet Meydanı’ndan kalır yanı yok. Adım başı Türk’e rastlamak mümkün, o kadar ki hediyelik eşya satan zenciler Türkçe biliyor. Hediyelik eyfellerden alırken pazarlığı Türkçe yaptım. Yalnız, burada ne alırsanız yarısını söyleyin derim. Belki daha da düşerler ama ben biraz da onlar kazansın dedim.

İlk gördüğümde Eyfel, bende büyük bir hayranlık uyandırmadı demiştim. Fakat merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladığımda açıkçası fikrim değişti. Manzara gerçekten şahaneydi… Bu demir yığınını beğenmeyenler, Eyfel’in görünmediği tek yer burası olduğu için Paris manzarasının en güzel buradan göründüğünü söylerlermiş. Tam gün batımına denk gelmemiz ayrıca güzel oldu. Eee, kendimize de bir güzellik yaptık tabii gün batımında. Sonra, kulenin ışıkları yandı, o demir yığını muhteşem bir ışık kulesine dönüştü.
Paris’teki ilk günümüzü, güzel bir restoranda tamamladık. Yemekler güzeldi de servis çok yavaştı. Meğer buranın garsonları biraz ağırdan alırlarmış.
İkinci günümüzün büyük bir bölümünü Louvre Müzesi’ne ayırdık. Sabah kalktığımızda yağmur yağıyordu. Tam müze havasıydı yani. Louvre için biletlerimizi Türkiye’deyken aldık. İyi ki öyle yapmışız. Gittiğimizde hiç sıra beklemeden bizi içeriye aldılar. Müze çok büyüktü, üç tane Eyfel’in U şeklinde konulduğunu düşünün. Yani bir katı boydan boya gezmek isterseniz dokuz yüz metre yürüyorsunuz. Biz yedi buçuk saatimizi geçirdik burada yine de müzeyi gördük diyemem. Çünkü müze, 60 bin metrekarelik bir alana yayılıyor ve içinde 35 bin sanat eseri var. Her eserin önünde bir dakika durulursa müze 364 günde gezilebiliyormuş. Müzeyi ayrıntılı olarak başka bir yazımda anlatacağım.

Louvre’den çıktığımızda akşam 18.30 gibiydi. Dışarıda harika bir yağmur yağıyordu. Hani bazı anlar vardır, o anı yaşarken yaşamınız boyunca unutulamayacak bir anı yaşadığınızı bilirsiniz ve zamanı durdurmak istersiniz. O sonbahar akşamında Seine Nehri kıyısında oğlum ve eşimle yürüdüğümüz an, böyle anlardan biriydi. Kim bilir kimler, hangi duygularla yürümüştü bu nehrin kıyısında…


Benim yaşadığım duygu, sonsuz bir mutluluk ve iki gün sonra gelecek ayrılığı bilmenin derin hüznüydü. İnsan iki zıt duyguyu aynı anda yaşayabiliyor demek ki… Ben bu duyguyu bir de Lüksemburg Bahçesi’nde gezerken yaşadım. Üstelik beni o bahçeye yönlendiren zaman, rüya ve hayaller şairi Ahmet Hamdi Tanpınar’dı. Pantheon’a geçmeden önce uğradığımız bu sonbahar bahçesi de bende derin izler bıraktı.

Paris’teki son akşamımız da masal gibiydi. Yine yağmur, yine sonbahar… Önce Zafer Takı ardından yağmurlu bir Sacre-Cour, Ressamlar Tepesi, ardından Concourt Meydanı… Sonra bizde Şanzelize (onlarda Champ Elysees), dünyanın en ünlü caddesi… Bu caddeyi oldukça hızlı yürüdük, yağmur şiddetini arttırmıştı çünkü… Buradan aklımda kalan ünlü markaların önündeki kaldırımlarda yatan evsizler, özellikle de Suriyeli mülteciler… Neden bu kadar ünlü olduğunu ben pek anlayamadım aslında. Bizim İstiklâl Caddesi’nin bir benzeri bir cadde, daha geniş olanı ama.
Sonbaharın sarısı çok yakışmıştı Paris’e. Diğer mevsimlerini görmedim ama yağmurlu sonbaharı, bir masal şehrine dönüştürmüştü onu. Hele Concorde Meydanı’ndan Şanzelize’ye yürüdüğümüz sırada başlayan yağmur…
Üç buçuk güne öyle çok şey sığdırdım ki… Herkeslerin gittiği Eyfel, Ressamlar Tepesi, Şanzelize Caddesi’ni gezdim elbet. Fakat asıl etkilendiğim yerler; Fransız düşün ve sanat adamlarının defnedildiği ve ünlü Faucault Sarkacı’nın bulunduğu Pantheon, dünyanın en önemli müzelerinden Louvre ve Orsay, Notre Dame Katedrali, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın elli iki yaşında yaptığı ilk Paris gezisinde ziyaret ettiği Lüksemburg Bahçesi, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kampına götürülenler için yapılan saygı anıtı; La Fontaine, Moliere gibi ünlü yazarların ve bizden Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın son uykularını uyudukları Pere Lachaise ve tabii ki büyük yazar Victor Hugo’nun Evi oldu
Son geceden aklımda kalan ve Paris’i masala çeviren son anı, Şanzelize’den sonra caz dinlemek için gittiğimiz bir Paris varoşunda sırılsıklam ıslanmamız ve caz dinleyememiş olsak da o son Paris gecesini bir pizzacıda sırılsıklam halimize gülerek noktaladığımız anıdır. Ertesi sabah oğlumdan ayrılacağımı düşünmemeye çalışarak anın tadını çıkarmaya çalıştığım bu yağmurlu akşam, Paris’teki en güzel akşamdı benim için.
Pantheon’u burada bulabilirsiniz
Lüksemburg Bahçesi’ni de okuyayım derseniz
Ne kadar guzel yazmissiniz hocam, yureginize saglik, Michigan’dan sevgiler Ozlem
Çok teşekkürler canım. Bizden de selâm ve sevgiler…
[…] ← SONBAHARDA PARİS […]