NE OLACAK BU ÇOCUKLARIN HÂLİ?

İki gün içinde iki kötü örnek… İkisi de sanal ortamdan. Birincisinde, bir endüstri meslek lisesinde genç bir meslektaşıma yapılanlar kanımı dondurdu. İnsanlık adına utandım. Kırmızı kapüşonlu bir yaratık, ders esnasında sınıfta gayet rahat dolaşıyor, gürültü patırtının içinde sınıf hakimiyeti sağlamaya çalışan genç öğretmeni gülünç düşürecek hareketler yapıyor; kravatına, kemerine saldırıyor. En sonunda da arkasından dolanıp öğretmeni yukarıya kaldırıyor. Bunu yapan yaratığa öğrenci demem mümkün değil, Ve bu olayları seyreden diğer elemanlar gülüp oynuyor, utanmadan da bu durumu videoya alıp İnternet’te paylaşıyorlar. Bir tanesi de kalkıp “Ne yapıyorsunuz arkadaşlar?” demiyor.

Olay, sosyal medyada paylaşıldıktan sonra okul idaresi, öğretmen hakkında soruşturma açıyor. Sınıftaki o güruha sahip çıkmasa da öğretmene soruşturma açması, aslında olaya dolaylı yoldan sahip çıktığını gösteriyor. Ben bu davranışların sadece bir öğretmene ve ilk kez yapılan bir davranış olduğunu düşünmüyorum. Videodan anladığım kadarıyla bu kişilere gereğinden fazla müsamaha gösterilmiş. Bu konuda sosyal medyada çok yorum yapıldı, yapılan bütün yorumlarda durumun gerçekten çok vahim ve edep sınırlarını fazlasıyla aştığı dile getirilse de bazıları öğretmenin tavrını, aşırı sabırlı davranmasını eleştirdi. “Bazıları ben olsaydım, öğretmenliğimden olmak pahasına o serserinin haddini bildirirdim.”, bazıları “Benim sınıfımda böyle şey olmaz.” gibilerden yargılarda bulundu.

Eğer sertsen, yumruk atabiliyorsan, yani çoğu öğrencinin evinde, mahallesinde gördüğü gibi davranırsan iyi öğretmensin. Aileden başlayarak lise hatta üniversite dahil olmak üzere tüm eğitim aşamalarında çocuğa insanca davranmayı, insanlığı öğretemiyorsak yaptığımıza eğitim diyebilir miyiz? Dayakla adam ettiklerimizi sandıklarımız da daha sonra dayakla adam etmeye kalkmazlar mı?

Ziya Paşa’nın dediği gibi “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” sözü mü düsturumuz olmalı? Eğitim anlayışımız dayak, kötek, sertlik üzerine kurulduğunda bunu yapmayan öğretmen; meydanı boş bulan, kendini kontrol etmekten yoksun öğrenciler tarafından alaya alınmaz, hoşgörü sınırları zorlanmaz mı?

Mesleğe Ümraniye’de varoş denebilecek bir lisede başladım. Danışman öğretmenimin ilk dersime girmeden önceki ilk önerisi “Sakın yeni başladığını söyleme. Stajyer öğretmen olduğunu bilmesinler.” oldu. Üç yılı idarecilikle geçen yirmi sekiz yıllık meslek hayatım boyunca sert bir öğretmen olmadım, çocuklara kızdığım zaman bile “Hocam, siz kızamıyorsunuz; kızarken bile gözlerinizin içi gülüyor.” dediklerini biliyorum. Hiçbir öğrencimin kulağından çekmedim, hiçbir öğrencimi sınıfta rencide etmedim. Sert bir öğretmen değildim ama disiplinli ve tutarlı bir öğretmendim. Okuldaki lakabım “Şen Kasap”tı. Dersime zamanında girer, ödev verir, verdiğim ödevleri mutlaka kontrol eder, yapılmayan ödevleri aileye mutlaka haber verirdim. Dersimi sevdirdiğimi sanıyorum, çünkü aradan yıllar geçmiş olsa bile hâlâ arayıp soruyorlar. Çocuklar disiplinli olmamı zaman zaman eleştirseler de bunun hiçbir zararını görmedim. Geç kalmalarını istemiyorsam ben de derse geç kalmamalıydım, ödevlerini yapmalarını istiyorsam ben de yazılılarımı zamanında okumalıydım, şeffaf olmalarını istiyorsam ben de onlara yazılı kağıtlarını, hatalarını göstermeliydim. Eleştiriyorsam, ben de eleştiriye açık olmalıydım. Sigara içmelerini istemiyorsam, ben de içmemeliydim ya da en azından yanlarında içmemeli, bazı meslektaşlarımın yaptığı gibi onları sigara almaya göndermemeliydim.

Ufak tefek olaylar dışında, bütün meslek hayatım boyunca bir öğrencimle önemli bir sıkıntı yaşadım. Kurtuluş adındaki bu öğrencim, dersime sürekli geç geliyor, mazeret belirtmiyor, geç kaldığı için özür dilemiyor lakayıt tavırlarıyla sabrımı zorluyordu. Elinde bir tespih, sınıf içinde istediği gibi yer değiştirmeye kalkınca ve yaptığım uyarılara kulak asmayınca çocuğu sert bir dille uyardım. Bunu yapmak zorundaydım çünkü adaletli olmanın gereği olarak diğer öğrencilere nasıl davranıyorsam bu çocuğa da öyle davranmam gerekiyordu. Bunun üzerine Kurtuluş, bana diklendi ve saygısız bir tavırla “Sana ne Hoca? İstediğim zaman gelir, giderim.” tarzında birkaç kelam etti. Sınıfın gözleri önünde olan bu olay karşısında sağ duyulu bir öğretmen olarak karar vermeliydim. Benim boyumun neredeyse iki katı olan bu çocuğu dövemezdim ( bir arkadaşım anlatmıştı, bir erkek öğrencisini sandalyenin üzerine çıkarak dövdüğünü), daha fazla konuşsam çocuk sınıftakilere caka atmak hevesiyle bana kaba kuvvet kullanabilirdi; bu davranışı beni daha da zora sokardı. Bu nedenle, dersi yarıda kesip müdür başyardımcısına gittim. Durumu anlattım, “Eğer siz bir şey yapmazsanız, ben durumu eşime anlatacağım. O gerekeni yapar.” dedim. Ömür boyu dayağa, kabalığa karşı olmuş biri olarak bu çocuğun o anda temiz bir dayağı hak ettiğine inandım. Çünkü bu çocuk, konuşularak davranışı düzelecek biri değildi. Rehberlik kabul etmiyordu. Müdür Başyardımcım, bana dinlenmemi, sorunu çözeceğini söyleyerek sınıfa gitti. Sonradan öğrendiğime göre, öğrenciyi sınıfta bir güzel haşlamış. Olayın daha büyük boyutlara gelmemesi için öğrenci benim sınıfımdan alınarak bir başka sınıfa verildi. Sorun çözüldü mü, hayır; o öğrenci, öğretmeninin müsamahası ile okulu zar zor bitirdi.
Sonra ne mi oldu? Yine aynı okulda çalışıyorum, bu sefer müdür yardımcısıyım, kapım çalındı. Karşımda Kurtuluş, “Hocam, sizden özür dilemek için geldim.” diyerek elimi öptü. Bizim terbiye edemediğimizi hayat terbiye etmişti.

Şimdi bu olayı niye anlattım? Öğretmenler sert olmak zorunda değil, kararlı olmak ve birbirlerine destek olmak zorunda. Böyle durumlarda idareye de büyük görev düşüyor. En kötüsü farklı öğretmen tavırları… Oğlumun ilkokul öğretmeni sert bir öğretmendi. Sınıfta gülmez, şaka yapmaz, bazen öğrencilere silgi, tebeşir de attığı olurdu. Hatta bir keresinde yaramazlık yapan çocuklardan birine küfür etmiş. Yıllar sonra oğlum, gülerek anlatmıştı. Eğitim camiasında iyi bilinen bir öğretmen olduğundan çocuklar üçüncü sınıftayken özel bir okuldan gelen teklife hayır diyememiş ve çocukları yarı yolda bırakarak emekli olmuştu. Hatta bir anekdotu da paylaşayım: Defter kontrolünde “Aferim” diye yazdığını ve bunu birkaç kez tekrarladığını görünce oğlumu uyardım. Doğrusu “Aferin”dir dedim. Fakat oğlum “Sen öğretmenimden iyi mi bileceksin?” şeklinde cevap verince ileride öğrenir doğrusunu diyerek üzerinde durmadım. Neyse, bu öğretmenimiz emekli olup özel okula geçince onun yerine gelen Hafize Öğretmen dünya tatlısı, çok iyi bir öğretmen olmasına karşın ilk zamanlarda demokratik tutumu nedeniyle sınıfta otorite sorunu yaşadı. Fakat sabrı ve bilgisi sayesinde bu sorunu kısa sürede çözmeyi başardı. Çocuklar otoriter tutumla demokratik tutum arasında bocalamışlardı.

Ailede de böyle değil mi? Biri döver, biri şımartırsa; o çocuk, iyi bir eğitim alabilir mi? Nasıl bakacağız, nasıl eğiteceğiz diye düşünmeden fabrika gibi çocuk üretirseniz, eğitimiyle ilgilenmezseniz, yeri belli olsun diye okula gönderirseniz, öğretmeni olur olmaz şikayet ederseniz, öğretmeninizin mesleki güvencesi yoksa, idare sahip çıkmıyorsa, meslektaşı bilip bilmeden yargılıyorsa, devlet öğretmenine değer vermiyorsa, daha da önemlisi eğitim yaz boz tahtasına dönmüşse  ortaya böyle sonuçların çıkması kaçınılmaz.

İkinci olaya gelince: Çocuklarımızın eline neredeyse doğar doğmaz telefon, bilgisayar, tablet veriyoruz. Hem de biz görmedik onlar görsün anlayışıyla en iyisini, en pahalısını alıyoruz en kıymetlilerimize. Sonra ne mi oluyor? Odasında uslu uslu oturduğunu sandığımız bu çocuklar, İnternet’te öyle büyük tehlikelere maruz kalıyorlar ki… Kısadan köşeyi dönmek, bir günde meşhur olmak uğruna yapmadıkları yok. Aşağıdaki linki izleyince bir kez daha dehşete düştüm. Sevgili anne ve babalar, sevgili öğretmenler; çocuklarınızın elindeki telefonlarla neler yaptıklarını görmek isterseniz buyurun izleyin.

Yorum bırakın