
Çocukluğumun bir bölümünün geçtiği 70’ler yokluk ve tutumluluk yıllarıydı. Bir büyüğümüzün de son zamanlarda çok sık dile getirdiği gibi (Gerçi o, 2000’lerden bahsediyor ama olsun!); o yıllarda hakikaten de evlerimizde fırın, çamaşır makinesi, buzdolabı yoktu. Rahmetli annem; çamaşırları yaz kış bahçede leğende yıkar, beyazları da kara kazanda bembeyaz olana dek kaynatırdı. Yiyeceklerimizi tel dolapta saklar, evde henüz elektrikli davul fırın olmadığı için de maşınganın fırınını ya da mahallede herkesin yararlandığı koca fırını kullanırdı.
1969-71 arasında köyde yaşadığımız zamanlarda bulaşıklar kuyu başında yıkanırdı. O zamanlar “Güneş” marka bir bulaşık deterjanı çıkmıştı; pütürlü kıvamda, beyaz, kremsi bir yapısı vardı. O yıllarda şimdiki gibi çamaşır deterjanı , çamaşır suyu falan bilinmez; bahçeye kurulan kazanlarda beyaz sabun ve kül kullanılırdı. Beyaz çamaşırlar mutlaka ama mutlaka kaynatılırdı.
70’lerin ortasında Mintax marka bir krem bulaşık deterjanı çıktığını hatırlıyorum. Hatta annem, komşumuzun Mithat adındaki oğlunu dili dönmediğinden, “Mintax” diye çağırır; çocuk da her seferinde, ismini düzeltmek zorunda kalırdı.
Babamı çok erken kaybettiğimizden, evimizin ve iki çocuğun bütün maddi ve manevi sorumlulukları olanca ağırlığıyla annemin üzerine yıkılmıştı. Özellikle de bazı akrabalarımızın bırakın sahip çıkmayı, “Evlen, çocukları da evlatlık ver!” baskılarına elinde bir mesleği olmamasına ve maddi yönden hiçbir desteği bulunmamasına karşın yiğitçe direnen anacağızım; ailesinin “evlenmesi” yolundaki telkinlerine aldırış etmediği için iki çocuğuyla birlikte kapı önüne konulduğu gün, otuz beş yaşında gencecik bir kadın olarak köyden ayrılıp kasabamıza dönmüştü. Bu kez de babamın bazı akrabaları tarafından dışlanıp evimizi geçindirecek bir iş bulma sürecinde engellenmesi karşısında da yılmamış, babamı tanıyan ve çok seven fabrika müdürlerinden birinin yardımıyla işe yerleşmişti.
Annemin de babamın da ailesi varlıklı insanlardı. Hele babamın ailesi, kasabada sözü geçen ve tanınmış bir aileydi. Ama babam öldükten sonra, iki ailenin de kendisinden uzaklaştırmak istediği fakir akrabalar oluverdik.
Bu hikâyeye başlarken amacım, biraz gülümsemek ve gülümsetmekti ama benim çocukluğum, biraz Kemalettin Tuğcu’nun hikâyelerinden çıkmış gibidir. Yokluk, yoksunluk ve hüzünle yaşanmış bir çocukluk… Bundan sonraki anlatacaklarımda, annemin yargısız infaza kurban gitmemesi için bu konulara değinmeye biraz da zorunlu hissediyorum kendimi. Bizler yaramaz çocuklar değildik aslında, erken büyüyen çocuklardandık. Özellikle ben, evin büyük çocuğu olarak çok küçük yaşlardan itibaren annemin yükünü paylaşmaya başlamıştım. Ama kardeşimin birkaç davranışı, süpürgenin koçanıyla tanışmasına vesile olmuştu. Bir anne ve öğretmen olarak dayağa, kaba kuvvete kesinlikle karşıyım. Öğrencilerime ve yetişmesi esnasında oğluma bir fiske bile vurmuş değilim. Ama eski zamanlarda yetişen bizlerin pedagojik eğitiminde süpürge, güdümlü terlik, kömür maşasının yerini yadsımak da mümkün değil. O zamanlar öyleydi.
O zamanlar, bizim evimize henüz Hoover süpürge girmemişti. Hani radyodaki ve siyah beyaz televizyondaki şu meşhur reklamı hatırlayanlar mutlaka olacaktır. “Ho ho Hoover / Süpürür döver / Her yanı temizleyen / Hoover Hoover Hoover!” Evimizin en önemli temizlik gereçlerinden biriydi el süpürgesi. Çocukluğu benim gibi 70’li yıllarda geçmiş olan herkes, evlerde bulunan el süpürgesinin tek işlevinin süpürmek olmadığını bilir. Süpürgenin sap bölümü olan koçanı, o dönem annelerinin çocuk eğitiminde kullandıkları vazgeçilmez bir caydırıcı araçtı. İşi bittikten sonra genelde kapı arkasında bekletilen süpürge, çocuğun yaramazlığı durumunda bir anda ortaya çıkıverirdi. Bizim evimizde, kışları sobanın yanındaki demir maşa ile annemin güdümlü terlikleri de günlük hayatımızın vazgeçilmez parçalarıydı.
Bu eğitsel(!) araçlardan ben hiç faydalanmasam da benden üç yaş küçük olan erkek kardeşim, özellikle süpürge ve maşadan birkaç kez nasibini almıştır. Gerçi, ben de köydeyken bir kez dayak yemiştim; suçum da anneme haber vermeden, üç yaşındaki kardeşimi sırtıma alıp köydeki diğer çocuklarla beraber bayıra gitmek ve akşama kadar eve dönmemekti. Düşünüyorum da annem; nasıl panik oldu, bizi nasıl merak etti kim bilir?
Bizim oralarda kendimizden küçük olanlara miniğim, küçüğüm anlamında “minim” denir. İtiraf etmeliyim ki “minim”in maceraları –kendisinden izin aldım- aklıma geldikçe gülmekten alamıyorum kendimi. Ne de olsa bazı anılar, üzerinden zaman geçtikten sonra dramatik anlamlarını yitirebiliyor çünkü.
“Minim”le ilgili iki anım var. Bunlardan birincisinde “minim”, henüz sekiz dokuz yaşlarında. Annemin kira için ayırıp yastığın altına sakladığı elli liranın on lirasını alan “minim”, arkadaşlarını da alarak hovardalığa(!) çıkıyor. Çocuklarla birlikte sinemaya gidiyorlar, gazoz içiyorlar ve parayı bitiriyorlar. Annem durumu fark ettiğinde –ki, bizim evde en affedilmez suç, başkasının parasına, malına göz dikmektir. – evet durumu fark ettiğinde, önce bizi sorguya çekti. Benim bir şeyden haberim yoktu zaten, kardeşimin şüpheli davranışları karşısında annemin “Gözüme bak, öyle konuş!” dediğini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü bizde, yalan söylenildiği, insanın gözlerinden anlaşılırdı. Kardeşim söküldü tabii… Bunun üzerine annem, kardeşimin kolundan tutarak – hani suçluları olay yerine götürürler ya- parayı hangi dükkanda, hangi sinemada harcadıysa bir bir uygulamalı olarak anlattırdı. Eve döndüklerinde süpürgenin koçanı girdi devreye. Bu hırsızlığın cezası bu kadarla kalmadı. Hızını alamayan annem ertesi sabah işe giderken “minim”i bahçedeki ağaca bağladı ve “Akşama kadar burada bağlı kalacak, eğer çözersen seni de döverim.” şeklinde beni de ikaz etti.
“Minim”in ikinci kabahati de ortaokulda okuduğu yıllara rastlıyor. Karnedeki kırık notları anneme izah edemeyeceğini bildiğinden resim defterinin arasından kopardığı pelur kağıdı karnenin arasına koymuş, üçleri sekiz yaparak anneme göstermeye kalkmıştı. O akşam elektriklerin de kesik olmasından yararlanmış ama annem, yazıları ve notları okuyamayınca durumdan şüphelenmiş “Bu astarlı karneleri yeni mi vermeye başladılar?” diye sorunca iş ortaya çıkmıştı. Süpürge, kapının arkasında olduğundan, annem hemen yanında duran kömür maşasını kapmış, “minim”in getirdiği zayıflardan değil yaptığı sahtekârlıktan dolayı eğitsel cezasını vermişti.
Annemiz çok merhametliydi; bizi her şeyden, herkesten çok sever, gözünden bile sakınırdı. Belki de evin küçüğü olmasından ya da ana-oğul ilişkisinin bambaşka bir şey olmasından, kardeşime karşı daha bir koruyucu olmuştur her zaman. Tüm bunlara rağmen bizim iyi yetişmemiz, ahlâklı insanlar olmamız için gerekirse süpürgenin koçanını kullanmaktan kaçınmamıştır. Onun bildiği yöntem buydu. Doğru muydu tartışılır… Ama kalıcı ve etkili oldu mu? Evet!