BEN ASLINDA İZMİR’İ…

 “İzmir bir prensestir çok güzel küçük şapkasıyla.

Mutlu ilkbaharlar durmaksızın onun çağrısına yanıt verir.

Nasıl vazo içindeki çiçekler gülümseyen günbatımı gibiyse,

o da denizler arasından ışıldar.”  (V.Hugo)

Ben aslında İzmir’i yazacaktım. İzmir’i görmeden İzmir’i ya da İzmir’e yazan Victor Hugo’dan, onun Paris’te Vosges Meydanı’ndaki evinde orijinalini gördüğüm La Captive şiirinden bahsedecektim. Cahit Külebi’nin Atatürk’e Ağıt şiirinden koparak neredeyse herkesin ezberine yerleşen:

“İzmir’in denizi kız, kızı deniz / Sokakları hem kız hem deniz kokar”dizelerinden dem vuracaktım.

Ben aslında en son yirmi yıl önce ziyaret ettiğim İzmir’i anlatacaktım. Adını Amazonlar kraliçesi Smyrna‘ dan alan, güzelliğiyle tarihe nam salan İzmir’in Kemeraltı’nı, Fuar’ını, Balçova’sını, Bornova’sını, Karşıyaka’sını, havasını, suyunu anlatacaktım.

Ben aslında tarih boyunca otuz altı uygarlığa ev sahipliği yapan sekiz bin beş yüz yaşındaki İzmir’i yazacaktım. Sevgili gençlik arkadaşım, kadim dostum Fatoş’un daha dört ay önceki Bursa buluşmamızda ve sonrasında sık sık yinelediği “Artık İzmir’e gelmelisin hemşire” çağrısına uyup İzmir yollarına düştüğümde aklımda bunlar vardı.  Bir otobüs yolculuğunda, gecenin içinden ışıltılarla geçen şehirler ya da aklından yol geçen ıssız kasabalar gibi, benim aklımdan ve gönlümden de İzmir böyle geçiyordu.

İzmir’i 1980’in Ağustos’unda gördüm ilk kez. Üniversiteyi kazanmıştım ve kayıt yaptırmak için annemle birlikte, ağustos böceklerinin, kadifemsi zeytin ağaçlarının eşliğinde Kuzey Ege’den yaptığım bir gece yolculuğu sonrasında İzmir garajına indiğimde ne kadar şaşkın olduğumu hatırlıyorum şimdi hüzünle. O yolculuklardan defalarca yaptım daha sonra ama nedense annemle yaptığım o yolculuk kalmış hatırımda.

İzmir günleri 1984’te bitti. O yıllarda çok sevdiğim  ve nedense sonraki yıllarda da her okuyuşumda bana garip bir hüzünle İzmir’i çağrıştıran “Ağustos Şiiri”nde diyor ya Hasan Hüseyin:

“Düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz
En güzel günlerinde gençliğimizin
Ölümden ötesini aklım almıyor
Beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
İstesek cenneti kurtarabiliriz “

İzmir, coğrafyanın cennetiydi benim için. Gençliğimin en güzel günlerini burada yaşadım. Sınıf arkadaşlarım Fatoş ve Gülay’la iki yıl yaşadığımız Bornova 165. Sokak’taki evimiz bodrum katıydı, rutubetliydi, içeride su yoktu.  Bahçedeki çeşmeden taşırdık suyumuzu. Evin çıkışında ayrı bir birim olarak düşünülmüş mutfakta bir piknik tüp üzerinde yapardık yemeklerimizi. Bir de kocaman faremiz vardı, ismi pek muteber: RIFKI.  Ara sıra mutfağımızı ziyaret eden Rıfkı’yı bizi tanıyan herkes tanırdı.

 

 

 

Okula çoğunca yürüyerek giderdik, malum öğrencilik hâli. Müthiş bir dayanışma vardı aramızda. Bu yüzden hiç parasız kalmadık diyebilirim. Bir şekilde idare ediyorduk. Her gün Bornova Parkı’nda toplanırdık. Okuldaki yoklamalara katılmadığımız olmuştur ama Bornova Parkı’na gitmediğimiz hiç olmamıştır. Ders çalışmak birinci önceliğimiz değilse de sınavdan bir önceki akşam eteklerimiz tutuşur, genelde birimiz çalışmamız gereken metni okur, diğerleri dinlerdi, çoğu zaman da gecenin ilerleyen saatlerinde okuyanlar da dinleyenler de uyuyakalırdı.

Ders çalışmak birinci önceliğimiz değildi ama kitap okumak bir ibadet gibiydi bizde. Sonra şiir… Şiirsiz geçen bir günümüz olmadı diyebilirim. O zamandan kalanlar ezberimdedir hâlâ. Hasan Hüseyin’in Ağustos Şiiri, Öteki Yalnız’ı, Azimeli Temmuz Bildirisi benim için hâlâ İzmir günleri demektir.  Sabahlara kadar ders çalışamazdık, uykumuz gelirdi ama günün ilk ışıklarına kadar şiir okuduğumuz, sonra da uykusuz sınava girdiğimiz olmuştur.  O günlerin tanığı arkadaşlarım, yalanım varsa söyleyin lütfen.

Telefonsuz, bilgisayarsız, internetsiz bir gençlikti bizimki. En önemli haberleşme aracımız mektup, acil durumlarda da telgraftı. Sokaklardaki ankesörlü telefonları çok seyrek kullanırdık. Yurtta kaldığımız yıllarda bazı arkadaşlarımızı telefon için anons ederler, fakat genelde bizim arayanımız olmazdı. Son buluşmamızda Gülay’ım hatırlattı. Kimse aramadığı için kendimi onlara aratmışım.

Genelde paramız olmazdı, yine de sinemadan hiç geri kalmaz, vizyondaki bütün filmleri izlemeye çalışırdık. O zamanlar Bornova’da bir açık hava sineması vardı. 1982 yapımı “Rambo İlk Kan” filmini orada izlemiştim, hem de en az iki kez. Alsancak ve Konak’taki sinemaların da müdavimiydik.  “Hair : Bırak Güneş Girsin İçeri”, “Kramer Kramer’e Karşı”, “Guguk Kuşu”, Barbra Streisand’ın oynadığı “Bir Yıldız Doğuyor” gibi filmler aklımda kalanlardan. Bir de adını hatırlamadığım ama konusu trende geçen bir korku filmi vardı ki o filmi izledikten sonra bir süre evin bahçesine bile yalnız başına çıkamaz olmuştuk. Bir ara da Konak’taki Atatürk Kültür Merkezindeki klasik müzik konserlerine katılmaya başlamış fakat bunu alışkanlık hâline getirememiştik.

Şimdi bir gece yolculuğunda Marmaris üzerinden Bursa’ya dönerken sadece İzmir geçmiyor aklımdan. İki günlük İzmir gezisinin ardından bir kez daha anlıyorum ki insanlar, bir şehre hiçbir zorunluluk olmadan yeniden dönüyorlarsa o şehirde bıraktıkları kendilerine ve hatıralarına; hiç eskimeyen dostluklarına dönüyorlar. Zamanın ayrı yörüngelere savurduğu, artık her birinin sadece kendi olarak değil bir anne, bir eş olarak ayrı şehirlerde ayrı hayatlar kurduğu o insanlarla üzerinden otuz beş yıl geçse de hiç eskimeyen, yıllandıkça değerlenen şaraba benzer dostluklarına dönüyorlar. Hayatın harala gürelesinde, oynadıkları hayat sahnesindeki oyunlarına ara verip gençliklerine, anılarının sahibi sokaklara, caddelere, evlere dönüyorlar.

Yirmi yıl aradan sonra döndüğüm İzmir, benim bıraktığım İzmir değildi. Bir yeri anlamlı yapan insanlar… Bunun farkında olan biri olarak hiçbir anımın olmadığı yeni otogarda Gülay’ımla buluştuğumda İzmir otogarı o andan itibaren benim için bir anlam kazandı. Sonra üniversite hastanesinin önünde Fatoş’la buluşup tıpkı eski günlerdeki gibi edebiyat fakültesine yürürken gençliğimize yürür gibi mi olduk ne? En azından bana öyle geldi. Kampüs yolunda üç kişi değildik aslında çok kişili bir yürüyüştü bu.  Sosyal Bilimler Fakültesi İzmir Fen Lisesine dönüşmüştü çoktan. Küçük Kantin’in yerinde yeller esiyordu. Bornova başduraktan kalkıp bütün kampüsü dolaşan o ringler de kaldırılmıştı. Kampüsün eski tadı kalmamıştı bana göre.  Parasız günlerimizde sinemaya gitmek için kaçak bindiğimiz trenin yerine metro gelmişti. Anılarımızda pek yeri olmayan yeni edebiyat fakültesine girmedik bile. Girsek kimi bulacaktık ki? Eski nesirden bize çok çektiren Tunca Kortantamer hocamız çoktan rahmetli olmuştu, diğer hocalarımız da emekli. Oysa Barış Manço’nun öldüğü yıl geldiğimde (99’du sanırım) Tunca Hoca’yla görüşmüştük, kanserdi ve ölmeden önce tamamlamak istediği bir kitabı vardı. Öyle demişti bize. Kitabını tamamlamak için biraz daha vakit istiyordu hoca. Vakitsiz ölen sınıf arkadaşlarımızdan Hidayet ve Fahrettin de aklımızdaydı Tunca Hoca’yı yad ederken.

Sonra Bornova’da 165. Sokak’taki evimiz, hemen yanındaki Küçük Park, sevdiceğim acil durumlarda ta Ankaralardan  arayacak diye sabahtan akşama dek telefon beklediğim Seyran Pastanesi… Küçük Park çok değişmiş, Seyran Pastanesi markete, bodrum katında oturduğumuz üç katlı ev de çoktan bir müteahhidin eline düşerek apartmana dönüşmüş. Yerinde yeller esen gençliğimiz gibi…

Ve dostlarla Konak, Alsancak, Kemeraltı gezisi…  Bitirme tezi için sık sık ziyaret ettiğimiz Milli Kütüphane, sevdiceğimle İzmir temmuzlarında buluştuğumuz tarihi Ali Galip Pastanesi… Yolların, duvarların, caddelerin dili olsa da konuşsa dediğim zamanlar… İzmirli yıllar, gençlik yıllarım…

İzmir, benim için sadece Bornova demek değildi. Hafta sonlarımın çoğunu geçirdiğim Balçova’ydı, Güzelbahçe’ydi. Bu gidişimde Balçova’yı görmem mümkün olmadıysa da Güzelbahçe’de dostlarımla çok güzel iki gece yaşadım. Dost evinin bahçesinde sazlı sözlü mecliste yedik, içtik, söyleştik. Melek, Berna, Gülay, Neriman,Fatoş, Cemal Abi ve gönlümüzdekilerin  katıldığı dost meclisi unutamayacağım anlara çoktan kaydedildi bile. Yıldızlı bir bahçede yaldızlı bir ağustos gecesiydi. Sabahın altısına kadar ne çok türkü, ne çok duygu, ne çok özlem… Zamanın geçmesini istemediğim zamanlardan birindeydim. O gece Fatoş’un sesi ve Cemal abinin sazından dinlediğim Ege türkülerini daha çok sevdim.
İki saatlik uykuyla bitirdiğimiz gecenin sabahında Yaka köyünde yaptığımız kahvaltının ardından Ege’ye yukarılardan bakan köy mezarlığını ziyaret ettik. Sadece Fatoş’un annesi ve babası değildi ziyaret ettiklerimiz, bizim de anne ve babamız sayılırdı Hüseyin amca ile Müyesser Teyze. İzmir temmuzlarında Menteş’e kamp kuran sevdiceğimle birlikte ben de Güzelbahçe’de kamp kurar ve kendi evim gibi bilirdim evlerini. Ne güzel türküler söylerdi Müyesser Teyze. En çok da “Hüseyin’im geçiyor gençlik çağları / Ya beni de götür ya sen de gitme “ türküsünü çok sevdiğini hatırlıyordum. Hüseyin amca yalnız bırakmamıştı Müyesser teyze’yi. Yan yana uyuyorlardı Ege’ye nazır mezarlarında son uykularını. Ve Müyesser teyzenin mezar taşında beni yüreğimden vuran o dizeler : “Cahildim, dünyanın rengine kandım” Kendisi istemiş, bunu yazın demiş evlatlarına.

“Şimdi İzmir’de sabahın sekizi
Karşıyaka’da, Alsancak’ta, Güzelyalı’da
Bir ağ dolusu balık gibi gençliğimizi
Daha yeni çektik denizden, rüyalarımızı da…
Türküler övüyor sevgimizi “

Ben aslında İzmir’i anlatacaktım. Anlattığım İzmir mi oldu şimdi, yoksa Cahit Külebi’nin yazdığı gibi İzmir’de bıraktığımız “bir ağ dolusu balık gibi gençliğimiz” mi?

Yorum bırakın