Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gâmın da rûzgârın görmüşüz
Nâbi (1642-1712)
Bazı şehirlerin kendine özgü rengi, dokusu, şiiri, türküsü vardır. Urfa, sonbahar renginde… Binbir Gece Masalları’ndan çıkmış gibi… Dağı, taşı, evleri, sokakları, mezar taşları bile güneş rengi. Yol boyunca gördüğüm tarlaları, hep sarıdan turuncuya sonbahar renkleriyle donanmış. Altı ayrı, üstü ayrı değerli ve bereketli bu toprakların altında dünya tarihi yatıyor. Urfa, Dicle ve Fırat nehirlerinin arasına bir hilal gibi yerleşmiş Mezopotamya’nın kuzeyinde yer alıyor; Bereketli Hilal’in tepesinde parlayan sarı bir yıldız gibi… Dünyanın en eski ve büyük uygarlıkları Bereketli Hilal denilen bu topraklarda gelişmiş. Bu bereketli topraklar, tarihin en muazzam anlarına tanıklık etmiş. Urfalı Divan Şairi Nâbi’nin dizelerinde dile getirdiği gibi zaman bağının baharını da görmüş, güzünü de; üzerinden neş’e rüzgârları da geçmiş, gam fırtınaları da…
Türkülü bir şehir Urfa… Dağına taşına türkü sinmiş. 1976’da MİFAD (Kültür Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi) tarafından yapılan bir çalışmada, 350 civarında türkü derlenmiş buralardan. Urfa dönüşü Şener Şen’in Eşkiya’sını yeniden izledim. Kazancı Bedih’i ilk o filmde dinlemiştim. Hani, Baran yıllarca yattığı hapisten sonra, artık sular altında kalmış köyüne dönüyor ya, sonra da kendini ihbar edeni bulmak için Urfa’da bir sıra gecesine gidiyor. İşte o sahnede Kazancı Bedih, “Nice bu hasret-i dildar ile giryan olayım / Yanayım ateş-i aşkın ile büryan olayım” sözleriyle başlıyor ya Urfa gazeline işte o filmi bana yeniden izleten gazel budur bir de Erkan Oğur’un Fırat Türküsü…
Hepimizin sevdiği, bildiği bir Urfa türküsü vardır mutlaka; benim en çok sevdiğim ve sadece Kazancı Bedih’ten dinlemeyi tercih ettiğim “Tükendi nakd-i ömrüm / Dilde sermayem olan bir ah kaldı” sözleriyle beni ciğerimden yaralayan uzun havadır. Ne çok türküsü, ne çok türkücüsü var Urfa’nın. Birecikli Nuri Sesigüzel, Halfetili Müslüm Gürses, “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık?” diyen mağara doğumlu İbrahim Tatlıses; hepimiz tarafından tanınan Urfalılar. Bu şehir, türkülü gerçekten de. Türkünün yakıldığı yerde acı vardır, hüzün vardır. Bu yüzden de Urfa’nın etrafı dumanlı dağlardır, geçit vermez dumanlı dağlar…
Urfa; gazeller, uzun havalar, yanık türkülerle dert eşiği ama tarih boyunca birçok kültüre evsahipliği yapması bakımından da medeniyetler beşiği. Rivayete göre Urfa, Nuh Peygamber’den önce gelen İdris Peygamber (Enoch, Hermes, Uhnud ismiyle de biliniyor.) döneminde kurulan yüz seksen şehirden en küçük olanı. Nuh tufanında harap olan Urfa’yı Babil’de hüküm süren Nemrut yeniden inşa etmiş. Şehrin adı önce Arach iken ve sonra şehrin ilk sakinleri olan Arami-Süryaniler Urhai veya Orhay, daha sonra gelen Helenler Edessa demişler. Edessa “suyu bol” demek. “Suyu güzel çeşme” anlamında Kaliruha denmiş bir ara. İslam’ın fethinden sonra Müslüman Araplar sadece Ruha demişler Urfa’ya.

Medeniyetler beşiği demiştim değil mi? Makedonyalılar, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular yaşamış bu topraklarda. Harran Ovası, kanlı ve şiddetli savaşlara sahne olmuş. Haçlıların egemenliğinde kalmış bir süre. Moğollar, Memluklar, Karakoyunlular ve Akkoyunluların arasında sürekli el değiştirmiş. Urfa, Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de Osmanlı topraklarına katılmış. Mondros Mütakeresi’nden sonra İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilmesi üzerine Urfalılar işgalcilere karşı direnmişler ve 11 Nisan 1920’de Urfa işgalcilerden temizlenmiş; bu şanlı direnişten yıllar sonra, şehir 1984 yılında Şanlıurfa adını almış.
Urfa gezimiz, kimsenin gitmediği zamanlara, kışa denk geldi. Uykusuz bir gecenin sonunda havaalanına indiğimizde yağmur vardı. Sırt çantamızı Öğretmen(ler) Evi’ne -Urfalılar böyle diyor- bırakır bırakmaz attık kendimizi sokaklara. İlk izlenimim Urfa trafiği ile ilgiliydi. Çok araba vardı ve trafik ışıkları yayalar için hep gece durumundaydı yani yaya için yeşil ışık yanmıyordu çoğu yerde. Eşkiya filminde Şener Şen’in Uğur Yücel’in koluna girerek kendini İstanbul trafiğine attığı gibi biz de Urfa trafiğinde benzer durumları bolca yaşadık.

İlk durağımız Balıklıgöl ve civarı oldu. Otobüse binmedik, çevreyi tanımak amacıyla yürümeyi, navigasyon yerine yolları Urfalılara sormayı tercih ettik. Çoluğu çocuğu, büyüğü küçüğü hepsi çok yardımsever. Birine yol sorduğumuzda orada duran herkes yardım etmeye çalışıyor. Balıklıgöl yakınlarında dört beş kız öğrenciyle karşılaştık. Elimizdeki fotoğraf makinesini görünce “Bizim de fotoğraflarımızı çeker misiniz?” dediler. Sonra da bize yakınlardaki Mutfak Müzesi’ne kadar eşlik ettiler. Öğretmenliğim tuttu, çocukları “Yabancıların peşine takılmayın.” diye uyardığımda “Siz iyi bir insana benziyorsunuz.” diye cevap verdiler. Birbirimize sarılarak veda ettik. Mutfak Müzesi’ni gezerken bize eşlik eden ve bilgi veren adamın yakınlardaki bir esnaf olduğunu adamın bizi dükkanına çay içmeye davet etmesiyle anladık. Balıklıgöl’de de bize eşlik etmek isteyen, farklı dillerde bilgi vermek isteyen çocuklar vardı ama onların amacı, yardımdan ziyade ticarî idi.

Balıklıgöl (Halil-ür Rahman Gölü), Şanlıurfa’nın simgelerinden biri… Yüz elli metre uzunluğunda ve 30 metre genişliğindeki bu gölde balıklar yüzüyor. Rivayet edilir ki bu göl, Hz. İbrahim’in Kral Nemrut tarafından Kale’de bulunan iki sütun arasındaki bir mancınıkla gölün olduğu alanda yakılan ateşe atılmasından sonra ateşin suya dönüşmesiyle oluşmuş. Ateşin içinde yanan odunlar da gölde yüzen balıklara dönüşmüş. İşte bu nedenle kutsal sayıldıklarından, bu göldeki balıklara dokunulmuyor. Hz. İbrahim’in doğduğu mağara da bu gölün hemen yakınında yer alıyor.

Aynzeliha Gölü: Balıklıgöl’ün hemen bitişiğinde, Urfa Kalesi’nin dibinde yer alan Aynzeliha Gölü biraz daha küçük. Çevresinde çay bahçeleri bulunuyor. Bizde bu çay bahçelerinden birinde çay içtik, Kazancı Bedih’in türküleri eşlik etti buradaki anlara. Bu gölün oluşumuyla da ilgili bir rivayet var elbet. Hz İbrahim ateşe atılacağı zaman, Nemrut’un kızı Zeliha, Hz. İbrahim’in dinine iman ettiğini söyler; bunun üzerine babası tarafından ateşe atılınca Zeliha’nın yanarak can verdiği bu yerde bir göl oluşur. Bu göle “Zeliha Gölü veya Pınarı” anlamında Aynzeliha denir. Başka bir rivayette ise bu gölün Zeliha’nın gözyaşlarından oluştuğu anlatılır.

Eyyüp Peygamber Makamı ve Camii: Urfa, “Peygamberler Şehri” olarak biliniyor. Bugüne kadar en çok peygamber gönderilen şehir diye okudum bir yerlerde. Yanlış hatırlamıyorsam yirmi dört peygamber gönderilmiş buraya. Eyyüp Peygamber’in hastalığı süresince kaldığı mağara da Balıklıgöl’de. İnanç turizminin en popüler uğrak yerlerinden biri…


Balıklıgöl ziyaretlerimizin ardından Urfa Kalesi’ne çıkan merdivenlere yöneldik. Merdivenler boyunca masalar sandalyeler dizilmiş, belli ki Urfalılar, güzel havalarda Urfa manzarasının keyfini çıkarıyorlar. Bir de artık ticarî mekanlar haline gelmiş Büyük Mağara ve Çift Mağara’nın içine girip birkaç fotoğraf çekmeden edemedik. Merdivenlerin sonunda bizi sapsarı mezar taşlarıyla şehir kabristanı karşıladı.

Şanlıurfa Kalesi : Kale, ziyarete kapalı olduğundan etrafından dolaşmakla yetindik. Şunu gördüm ki kalenin arkasında bambaşka bir Urfa var. En çok da merdivenli sokakları ve gecekondularıyla Urfa’nın arka yüzüydü gördüğüm.
Hz. İbrahim’in ateşlere atıldığı tepe olan Dambak Tepesi’nde bulunan Şanlıurfa Kalesi’nin, M.Ö. 10.000 yıllarına ait neolitik dönemden kalma bir alan üzerine kurulduğu tahmin ediliyor. Kalenin yakınından çıkarılan ve Şanlıurfa Müzesi’nde sergilenen 12.000 yıllık Balıklıgöl Heykeli bu tahmini doğrular nitelikte.
Şanlıurfa Kalesi, Abbasiler döneminde yapılmış. Kalenin üç tarafı kayadan oyma hendek ile çevrili. Kale üstünde bulunan iki taş sütun, kalenin kendisinden daha çok dikkat çekiyor çünkü bu iki sütunun Hz. İbrahim’in mancınık tekniği ile ateşe atılmasında kullanılan sütunlar olduğuna inanılıyor. Ben görmedim ama kaleden Aynzeliha Gölü’ne giden bir de geçit olduğunu okudum.
Tarihi Şanlıurfa Çarşıları:Urfa’ya gitmeden önce yaptığım ön araştırmalarda Gümrük Han’ın mırra, menengiç, çay, kahve içilebilecek otantik bir yer olduğunu okumuştum. Bizim kahve, çay içmeye pek zamanımız olmadı. Bedesten’de sağlı sollu dizilmiş dükkanlarda satılan yöresel giysi, kumaş ve aksesuarlar çok ilgimi çekti. Ayrıca Halıcılar Çarşısı da uğrak yerlerimizden biri oldu.

Çarşı girişinde Ciğerci Aziz Usta’nın dükkanı da görülmeye değer yerlerden. Biz iki gün akşam yemeğimizi bu dükkanda yedik. İkinci gidişimizde ayrı bir ilgi gördüğümüzü yazmalıyım. Ciğer efsane bir kere… Soğan salatası ve yeşilliklerle midenizde tam bir bayram havası… Üstüne de çay eşliğinde yandaki yüz yıllık tatlıcıdan künefe gelince bayram festivale dönüştü diyebilirim.
Urfa gibi bir şehir için iki gün ayırmak kesinlikle yeterli değil. Buraya daha çok zaman ayırmak gerek. Dünyanın ilk üniversitelerinden kabul edilen Harran Üniversitesini, Kümbet evleri, kelaynaklar diyarı Birecik’i, Halfeti’den daha çok ilgi çeken batık minareli Savaşan Köyü’nü görmek için daha çok zaman gerek. Biz zamanımızı elimizden geldiğince verimli kullanmaya çalıştık. İlk günü, gezimizin asıl amacını oluşturan Göbeklitepe ziyareti ve şehir turuna ayırdık. İkinci gün ise Halfeti’ye gittik. Halfeti dönüşü kalan zamanımızda da Haleplibahçe Mozaik Müzesi ile 2016’da Türkiye’nin En İyi Müzesi seçilen Şanlıurfa Müzesini ziyaret ettik. Şanlıurfa Müzesi bu unvanı sonuna kadar hak ediyor doğrusu. Urfa’da en çok etkilendiğim yerlerden biri oldu çünkü. Müzeler, Göbeklitepe ve Halfeti ayrı yazıların konusu olacak.

Urfa güzel şehir, hoş şehir, kadim medeniyetlerin şehri… Kebabın, çiğ köftenin, Antep fıstığının, isotun anavatanı… İnsanları sevecen, yardımsever ama okuma yazma oranının az, çocuk gelinlerin fazla olduğu bir şehir. Bu şehirde kadınların yarısı okuma yazma bilmiyor. TÜİK 2016 yılı verilerine göre Şanlıurfa; Mardin ve Şırnak’la birlikte okuma yazma bilmeyen oranlarının en yüksek olduğu üç ilden biri. Bir meslektaşımın paylaşımı şöyle: “Şanlıurfa’da öğretmenlik yapıyorum, merkezde… Buradaki kapalı insanların bazıları evlenebilmek için kapandıklarını söylüyor, çünkü erkeklerin çoğu, açık bayanları eş olarak kabul etmiyorlar. Bunu ben direkt kapalı bayanlarla yaptığım sohbetlerden duydum… Açık insanlar kötü olarak algılanıyor ve çoğunun da kendilerine diğer ailelerin ya da mahallenin kötü gözle bakmasından dolayı kapandıklarını görüyorum.” İnsanların yaşam biçimleri, kılığı, kıyafetine diyecek bir sözüm yok ama sırf saçı açık diye bir kadının kötü algılanması ve eş olmaya değer görülmemesi bu şehirdeki toplumsal baskının bir göstergesi aynı zamanda. “Yaz demedim, kış demedim eğlendim / Rakı içtim, şarap içtim, sallandım” diye türküsü var ama içki içenlere de iyi gözle bakılmıyor buralarda. Şehrin hiçbir marketinde, tekel bayiinde alkollü içki satılmıyor. Resmî bir yasak yok ama sosyal bir yasak olduğu âşikâr. Kadınlar üzerindeki toplumsal baskı ve farklı yaşam biçimlerine alınan tavır dikkate alındığında Şanlıurfa bir Arap şehri gibi… Gezip görmeye değer ancak uzun süreli yaşanabilir mi varın siz karar verin. Bereketli Hilal’in kuzey yıldızı ile ilgili yazımı Halfeti’ye gitmek için bindiğimiz otogar minibüsünde bir kadın yolcunun durakta inmek istediğini söylediği şekilde tamamlayayım: “Burda insez yok midur?”
[…] BEREKETLİ HİLALİN KUZEY YILDIZI: ŞANLIURFA […]
Anlatım dili yalın. Betimlemeler güzel. Kasmadan yazıldığı belli. Ben pek beğendim.
Çok teşekkür ederim.