2. Bölüm

Yavuklusu Kız Kulesi’ni beton binaların arasından, görmeye çalışan kültürlü damat adayı Galata Kulesi’ni şiiri ve şehri beklemeye devam etsin diye arkamızda bırakarak Tünel’e doğru yokuşu tırmanmaya devam ediyoruz. Bu yokuşun adı Galip Dede Caddesi… Galip Dede Caddesi, bizi müzik aletleri satan dükkânların arasında kaybolmuş gibi duran Galata Mevlevihanesi’nin önüne getirip bırakıyor. Sanki yorgunluğumuzu anlayarak biraz burada soluklanın, der gibi…
“Galata Sarayı Enderun Mektebi” yani bugünkü adıyla söylersek Galatasaray Lisesi ile birlikte Beyoğlu’ndaki iki önemli Osmanlı eserinden biri olan Galata Mevlevihanesi, İstanbul’un en eski mevlevihanesi. Her pazar sema gösterilerinin gerçekleştiği Mevlevihane’de Divan edebiyatına ait eserler de sergileniyor. Günlerden pazartesi olduğu için içeriye girmek mümkün değil. Kilitli kapısından içeriye bakmakla yetiniyoruz. Tam karşımızda divan şiirinin son büyük şairi Şeyh Galip’in kabri… Yani bizi buraya ulaştıran caddeye adını veren Şeyh Galip Dede, durun biraz der gibi…


Şeyh Galip (1757 -1799)
Şeyh Galip; sanki kısacık bir ömrü olacağını bilirmişçesine hem Divan’ını erkenden tamamlamış, hem de hikemi tarzın temsilcisi Nâbi’nin ünlü “Hayrabad” mesnevisinden daha iyi yazabileceği iddiasıyla Hüsn ü Aşk mesnevisini kaleme almış. Şeyh Galip’in yirmi altı yaşında, altı ayda tamamladığı 2041 beyitlik bu mesnevi, divan şiirimizin en seçkin eserlerinden biri.
Şemsettin Kutlu, Divan Edebiyatı Antolojisi’nde şu cümleleri yazıyor: “Eğer Türkçe de -Fransızca, İngilizce, Almanca gibi- uluslararası kapsamda yaygın bulunsaydı, sembolizm yeryüzünde 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da değil, 18.yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de Şeyh Galip’le doğacaktı.” Uzun uzun anlatıp edebiyat bilgisine boğacak değilim. Kısaca söylemek gerekirse “deryâ-yı sühan kenâresizdir”[1] sözünün sahibi Şeyh Galip,
“Tarz-ı selefe takaddüm ettim
Bir başka lisan tekellüm ettim”
derken aslında övünmüyor, edebiyatımıza öncekilerden farklı bir dil, farklı bir renk getirdiğini kendisi de biliyordu. Uçsuz bucaksız söz deryasının sultanlarından biri olarak kendisinden sonra gelenleri de etkileyen Şeyh Galip, ebced hesabıyla ölümüne düşürülen “Geçti Galib Dede candan yâhu” mısraının duldasında, uzun yıllar postnişinliğini (şeyhliğini) yaptığı Galata Mevlevihanesi’nin içindeki bu küçücük türbede huzurla uyusun şimdi. Biz de onun terci-i bendinden aldığımız iki mısra ile devam edelim yolumuza:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen[2]
Narmanlı Han
Gezimizin en çok görmek istediğim duraklarından birinde, Narmanlı Han’dayız şimdi. Bir vakitler avlusunda altmışa yakın kedisi olduğu için “Kedili Han” olarak da bilinen bu han, 1831’de inşa edilmiş. 1880’e kadar Rus Büyükelçiliği olarak kullanıldıktan sonra Narmanlı ailesi tarafından satın alınmış. Bu ailenin himayesi sayesinde, burası bir sanat ve kültür merkezine dönüşmüş. Kiraların ucuz olması nedeniyle 1950’lere kadar Narmanlı Han; Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, ressam Aliye Berger için hem çalıştıkları, hem yaşadıkları bir mekân olmuş.

Hocası Yahya Kemal gibi hayatı boyunca hiç evlenmeyen Ahmet Hamdi Tanpınar, Narmanlı Han’daki bekâr odasında hayatının en verimli on yılını geçirmiş. Müzmin bekâr Tanpınar’ın parasızlığı da müzmin olduğundan, pencerelerini ilk zamanlarda gazeteyle kapladığı büyükçe bir oda, mutfak ve banyodan ibaret olan bu ev; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Ali Cimcoz, Adalet Cimcoz gibi sanatçıların uğrak yeri olmuş. Yenilen içilen, şarkılar söylenen, şiirler okunan bu bekar odası; Haldun Taner’in tarifine göre Narmanlı’dan girildiğinde sağdaki blokta zemin kattaki ikinci ya da üçüncü kapı imiş. Artık böyle bir kapı yok…

Bir zamanlar Tanpınar’ın, Eyüboğlu’nun yaşadığı bu mekânı gördüğümde hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Çünkü bu sanatçıların hatıralarına sahip çıkılmamış, yaşadıkları mekânlar aslına uygun bir şekilde restore edilmemiş. Prof Dr. Handan İnci, Narmanlı’nın başlangıçta on beş yıl kadar kaderine terk edilerek yalnızlaştırıldığını, sonra da yeni sahiplerinin elinde aslından uzaklaştırılarak adeta yeniden inşa edildiğini, yani restore edilmediğini anlatıyor.
Sonuçta Narmanlı da iki iş adamı tarafından satın alındıktan sonra, kafe cenneti yapılarak bir ticarethaneye dönüştürülmüş… O çok sözü edilen mor salkımlı ağaçların yerinde yeller esiyor. Tanpınar’ın Aliye Berger’le bir heykelini yapmışlar, ayaklarının dibinde onlara bakan iki kediyle… Bedri Rahmi’nin bir bankta oturmuş yanındaki kediyi izleyen heykelini ben göremedim. Çünkü Han çok kalabalıktı. Bizim memlekette restorasyon (!) işleri böyle oluyor. Bir zamanlar, Narmanlı Han’ın sakinleri olan sanatçılar ve mor salkımlı ağaçlar altında uyuklayan kedileri taşa kesmişler.

Keşke bu kadar hoyrat olunmasaydı… En azından Tanpınar’ın, Eyüboğlu’nun, Berger’in yaşadıkları mekânlar korunsaydı. Han’ın bahçesindeki ağaçların altında kafeler olsaydı yine ve insanlar edebiyattan, resimden, sanattan konuşsaydı.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir adlı kitabında “Her şehir üç, dört yüz senede bir değişir; bu değişiklik beş yüz senede tam bir devir yapar ve eskiden pek az şey kalır.” der. Fakat bizde olan bitene bakarsak her şey o kadar hızla değişiyor ki eski İstanbul’un tümüyle değişmesi için beş yüz seneye gerek kalmayacak sanırım.
Yine sözü çok uzattığımın farkındayım. Üstelik;
Ünlü Orient Expres ile İstanbul’a gelen misafirlerin uğrak yeri olan ve Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Namık Kemal gibi edebiyatçıların müdavimi olduğu Lebon Pastanesi’ni;

Mehmet Âkif Ersoy’un son yıllarını geçirdiği ve ayrıca içinde Atatürk’ün diş hekiminin muayenehanesinin de yer aldığı Mısır Apartmanı’nı,


Çiçek Pasajı’nı, Nevizâde’yi,

Çiçek Pasajı kadar ünlü değilse de gençlerin uğrak yeri olan ve bir zamanlar Namık Kemal’in “İbret” gazetesini çıkardığı Hazzopullo Pasajı’nı

“Girenin çıkanın belli olmadığı, her şeyin karmakarışık olduğu yer, mekan anlamı taşıyan” Dingo’nun ahırı deyimine kaynaklık eden ve bir zamanlar Taksim Maksemi’nin hemen arkasında bulunan Dingo’nun Ahırı’nı anlatmaya ne vaktim kaldı ne de takatim…
Ne demişler “Vaktinde firar zaferdir!” Bu saydıklarımı da gezecek olanların merak ve ilgisine bırakarak firar etmesem de buraya kadar sabırla okuyanlara teşekkür ederek sözü noktalasam iyi olacak.

[1] “Söz deryasının kenarı yoktur.”
[2] “Ey insanevladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.”