“Fotoğraf çekilirken, insanlar genellikle kameraya gözünü çevirir: Bu, “belirsiz bir gelecek zaman”a bakıştır. Oysa o fotoğrafı eline alan insan, “değişmez bir geçmiş zaman” görecektir. Fotoğraf çektirenlerin gözünü diktiği o belirsiz gelecek, fotoğraf kartını elinde tutan kişi tarafından yaşanır. Gelecek zamandaki kişi, o anda geçmişteki biriyle göz göze gelse bile ne fayda… Fotoğraftaki kişi, geleceği bilmemekte, görmemektedir. Zaman, o aynada unutulmuştur.” Gürsel Korat / Unutkan Ayna

Bu fotoğraf, bu ailenin birlikte çektirdikleri ilk ve son fotoğraftır. Çocuklar ve anne, “belirsiz bir gelecek zamana bakar gibi” kameraya çevirmişler gözlerini… Baba ise, belirsiz de olsa bir geleceğinin olmadığını hissetmiş gibi…
Fotoğrafın çekildiği zaman da, belirsiz gelecek zaman gibi belirsiz aslında. Saçları yandan ayrılarak bir tokayla tutturulmuş kız çocuğu, beş ya da altı yaşlarında olmalı… Kız, hayal meyal de olsa hatırlıyor bu ânı… Yaşadıkları kasabanın yakınlarındaki bir mesire alanındaydılar. Yıl 1967 veya 68. Ve mevsim, bahar…
Bahar güneşine bakmakta zorlanan, beyazlar içindeki erkek kardeşiyle aralarında üç yaş var. Anne, otuzunun başlarında; baba da ondan bir yaş büyük. Pikniğe gelmişler ama hepsi de derli toplu giyinmiş. Belli ki anne, her birine çok özen göstermiş. Kendisi kısa kollu, bebe yakalı bir döpiyes giymiş ve ipek eşarpla tamamlamış şıklığını. Döpiyesini ve çocuklarının giysilerini çeyizinde getirdiği “Zenith” marka dikiş makinesinde dikmiş. O yıllarda küçük kasabalarda bile moda yakından takip edilirmiş. Etek ve ceketten oluşan iki parçalı giysi anlamına gelen döpiyes (deux piéces) modası taa Fransalardan bu ailenin yaşadığı beş bin nüfuslu kasabaya kadar ulaşmış.
Baba, her zaman her yerde olduğu gibi çok yakışıklı ve şık. Gömleğin kollarını kıvırmış, yakasını biraz gevşetmiş olsa da kravatla tamamlamış şıklığını… Saçlarına ak düşmemiş, aslında aklar düşecek zamanı olmayacak hiç. Baba, geriye özenle taranmış siyah saçlarıyla kalacak kızının anılarında… Hiç yaşlanmayacak. Çünkü, bu fotoğraf çekildikten dört yıl sonra ayrılacak bu dünyadan… Oysa ne çok hayali vardır babanın… Sesi çok güzeldir. TRT’nin sınavlarına girmiştir ve kazanmıştır da ama manevi engeller, hayalinin gerçekleşmesine izin vermemiştir. O da kendini içkiye vermiştir.
Baba; esprili, hayat dolu, şen şakrak bir adamdır. Sadri Alışık’ı, çok sever, bütün filmlerini izlemiştir yazlık ve kışlık sinemalarda… Öztürk Serengil’in esprilerine bayılır. Herkes çok sever onu. Ev, her akşam komşularla dolup taşar. Şarkılar söyler, espriler yapar. Kız, onun söylediği “Tombulacık Halime’m” adındaki çapkın şarkıyı hatırlar ama “Üzgünüm Leyla” en meşhur şarkısıdır. Büyük ihtimalle Zeki Müren’in sesinden dinlemiştir o da Sâdettin Kaynak’ın segâh başlayıp nihavent biten bu şarkısını…
“Dertliyim ruhuma hicranımı sardım da yine
İnlerim şimdi uzaklarda solan gün gibiyim
Gecenin rengini kattım içimin matemine
Sönen ümit ile günden güne ölgün gibiyim”
İçinin matemine gecenin rengini katacak kadar nasıl büyük bir derdi vardı ki şarkılara vurdu, şarkılarda buldu kendini… Oysa “hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun” diye espriler yaparken, içinde sönen ümitlerle ölgün gibiymiş bu genç adam. Bu aile fotoğrafının çekilmesinden dört yıl sonra öldü adam. Otuz altı yaşındaydı. Sirozdu ölüm nedeni… Hayattan, hayallerinden ve ailesinden uzaktaydı. Kız, babasının ölüm haberini iki sınıflı bir köy ilkokulunun bahçesinde, 23 Nisan törenlerinde bir köylü kadından öğrendi. Sıradan bir şeymiş gibi, sanki bugün hava biraz kötü der gibi vermişti kadın bu haberi…
Fotoğraftaki adam, geleceği hiç bilmedi. O öldükten sonra karısının yaşadığı zorlukları, ailesinin kendisini evlendirip çocuklarını evlatlık vermek istediğini fakat her şeye, herkese rağmen çocuklarına sahip çıktığını; onları okutup evlendirdiğini bilemedi. Torunlarını göremedi. Havuzlu ev yaparım diye aldığı arsasına karısının kısıtlı imkânlarla yaptığı evde hiç yaşamadı, şarkılar söyleyemedi. Kızının, 1971’in 22 Nisan’ından itibaren hiçbir çocuk bayramını yaşamadığını da bilemedi.
Döpiyesli kadın, kocası öldüğünde otuz beş yaşındaydı. Otuz altı yıl daha yaşadı. Zorluklarla, sıkıntılarla geçen otuz altı yıl. Çok acı çekti, hayatın bütün zorluklarını tek başına taşıdı, cesurdu, yıkılmadı. Eşi öldükten sonra çocuklarını evlatlık vermesini, yeniden evlenmesini isteyen akrabalarını karşısına aldı ve çocuklarına ölünceye kadar sahip çıktı. Çocukları bir yana, dünya bir yanaydı. Yiğit kadındı, cesurdu… Aklına koyduğunu yapardı. Masmavi gözleri vardı. Sabahları erkenden kalkar önce evinin önünü, sokağı süpürürdü; titizdi, dobraydı. Çok güzel baklava yapardı. Beyin tümörü kopardı hayattan onu. Lenfomayı yendi ama sinsice yaklaşan beyin tümörüne yenildi. Ölümün geldiği gün, cumartesiydi, aylardan nisan. Sessiz sedasız göçüp gitti bu dünyadan, son birkaç günü sessiz bir karanlık içinde geçti. T.S. Eliot, haklıydı galiba… Ayların en zalimi Nisan’dı bu aile için. Çünkü kadını da adamı da nisan ayı koparmıştı hayattan.
İnsan, ölüm acısına bile alışıyor ama ölümün getirdiği yokluk, yoksunluk duygusu geçmiyor bir türlü… O eksiklik bırakmıyor insanın yakasını… Ne diyordu şarkıda
“Ayrılık ölüm gibi
Giden gelmiyor Leyla”
Ölüm, sonsuz ayrılık… Giden gelmiyor. Ailenin bir arada olduğu bu tek fotoğrafı elinde tutan kişi, geçmişteki anne ve babasıyla göz göze gelse bile ne fayda… Zamanın unuttuğu bu aynada, belli belirsiz anılar kalmıştır artık… Ve bu fotoğrafı elinde tutan kişi, değişmez bir geçmiş zamanı görmektedir.


