Çocukluğum üç vardiyalı bir kasabada geçti. Sabahları yedi buçukta işçiler için çalan fabrika sireniyle uyanır, yarım saat sonra iş başı sireni çaldığında kahvaltı sofrasından çoktan kalkmış olurduk. Günümüzü fabrikanın on iki ve on üç sireni ikiye bölerdi. Kasabada günlük yaşam, fabrikanın üç vardiyasına göre ayarlanmıştı. Çünkü her aileden en az bir kişi, yaşamını fabrikanın sirenlerine göre düzenlemek zorundaydı.
Kasabamızda ikisi yazlık, ikisi kışlık sinema, yılda iki kez yapılan yaz ve güz panayırından başka bir eğlence yoktu. Peki biz çocuklar nasıl mı zaman geçiriyorduk? Fabrika sirenlerine bağlı olmasak da okul, günümüzün büyük bir bölümünü alıyordu zaten. Okula yürüyerek gidiyor, akşama doğru da arkadaşlarla güle oynaya dönüyorduk eve. Okul tüm gün bizimdi. Okuldan sonra sokaklar da…
Eve gelip çantamızı sokak kapısından içeri atar, ayaküstü birkaç lokma yedikten sonra sokağa fırlardık. Elimizde yiyecekle sokağa çıkmak ayıptı, görgüsüzlüktü; olan vardı, olmayan vardı. Öyle derdi rahmetli annem. Eğer herkese yetecek kadarsa yiyecekler sokağa taşınırdı. O zamanlar fast food yiyecek yoktu ama annelerimizin hemencecik hazırlayıverdikleri yağlı ekmekler vardı. Ekmeğin üzerine sanayağı sürülür eğer evde varsa marmelat, reçel veya balla ekmek dilimleri şenlendirilirdi. Dışarıya yiyecek taşımak ayıptı, görgüsüzlüktü. Yine de bazen dikkat etmeyenler oluyordu. Hiç unutmam, bir keresinde, bizim sokakta oturan bir kızın elinde sanayağlı ekmeğin üzerine sürülmüş vişne reçelini görünce koşa koşa eve gitmiş ve annemden vişne reçeli istemiştim. O zamanlar reçelin, marmelatın hazırı yoktu, raflarında dizi dizi sıralanmış reçeller, marmelatlar bulunan marketler de… Zavallı anneciğimin bana bu yokluğu anlatırken yaşadığı çaresizliği hiç unutamam.
Bizler, okuldan dönüp bir şeyler atıştırdıktan sonra kendimizi attığımız sokaklarda akşam ezanına kadar kalırdık. Çocukluğunu sokaklarda yaşamış biri olarak o günlerin ne kadar güzel olduğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Dershane, sınav gibi yarışlara tabi olmayan şanslı çocuklardık. Çantamızı eve bıraktıktan sonra sokağa fırlar, akşam ezanına kadar birdir bir, saklambaç, istop, pata, komen gibi oyunlarla zamanın nasıl geçtiğini anlamazdık. Bazen annemiz veya komşu teyzelerden birinin sesiyle oyunumuz bölünüp bakkal veya başka bir ihtiyaç için çağrılsak da sokak bizim ikinci evimizdi. Ne zaman ki ezan okunur, hepimiz evlerimize dağılırdık. Ezan; bizim için kolumuzdaki saat, eve dönüş zamanımızın belirleyicisiydi.
Benim çocukluğumda zenginlerin ve yoksulların ayrı mahalleleri, ayrı okulları yoktu. Zengin ve yoksul çocukları aynı sokakta, aynı okulda, aynı oyunda eşitti. Etnik kimlikler de önemsizdi. Kimse, kimsenin ne olduğuna bakmazdı. Benim iki tane ciciannem vardı. Zekiye Ciciannem ve Habibe Ciciannem. İkisi de annem evde olmadığı vakitler bana ve kardeşime sahip çıkarlar, açsak karnımızı doyururlardı. Habibe Ciciannem “yerli çingene”ymiş, yıllar sonra öğrendim bunu. Ben halı dokumayı küçücük yaşlarda Habibe Ciciannemin halı tezgahında öğrendim. İnsanlığı, sahip çıkmayı, sevmeyi, sevilmeyi de…
Sokağımızdaki evler genellikle tek katlı ve bahçeliydi. Yaz akşamlarında sokağımız daha şenlikli olurdu. Çocuklar sokakta oynar, kadınlar da el işlerini, örgülerini alıp kapı önlerine attıkları tahta oturaklarda veya bizim oralarda cacala dediğimiz eski giysilerden dokunarak yapılmış yaygılarda oturarak çekirdek çitlerler, muhabbet ederlerdi.
Kışları ev oturması olurdu, bizim oraların söyleyişiyle “Oturmaa” gidilirdi. Soba veya maşınga başında sohbetler yapılır, kestaneler, patatesler, çaylar hep o maşınganın üzerinde veya içinde pişirilirdi. Uzun kış gecelerinde çocuklar kendi aralarında eğlenirken kocalarını kahvehaneye gönderen kadınlar da cinli perili masallar, hikâyeler anlatırdı.
Kadınlar birbirlerine ismiyle hitap etmezler mutlaka “hanım” sözcüğünü de kullanırlardı. Benim çocukluğumda büyüklere “bilmem kim hanım teyze” veya “bilmem kim beyamca” şeklinde hitap edilirdi.
Birkaç zengin evi hariç, evlerde telefon yoktu, telefonu olanlar da öyle hemen ulaşamıyorlardı aradıklarına. Mutlaka bir santral memuru vardı arayanla arananın arasında. Sokaklarda jetonlu telefon kulübeleri bile yoktu…
1970’lerin ilk çeyreğine kadar bizim mahalledeki hayat böyleydi. Günler de çok uzundu o zaman, geceler de… Biz çocukların da büyüklerimizin de her şeye, her yere rahat rahat yetişecek zamanımız vardı. Ne zaman ki komşumuz Fedai abi evine bir televizyon aldı, işte o zaman hayatın akışı yavaş yavaş değişmeye başladı. O zamana kadar televizyonun t’sinden haberdar olmayan bizler Fedai abilerin aldığı bu televizyonu görmek için mahallece evlerine gittiğimizde ilk zamanlarda oldukça iyi karşılandık. Televizyon, evin hemen girişinde bulunan salonun duvarına, yüksekçe bir yere monte edilmişti. Fedai abi de kasılmakta haklıydı doğrusu. Çünkü koskoca mahallede televizyonu olan tek ev onundu.
Fedai abinin televizyonu hayatımıza girdikten sonra; konuşmalarımızın konusu değişmiş, zamanımızı televizyon dizileri belirler olmuştu. Elbette her gün gidemiyorduk ama Komiser Kolombo’yu, Dr Richard Kimble’ı kaçırmamaya çalışıyorduk. Artık Fedai abi ve ailesinin, mahallelinin cümbür cemaat ziyaretlerinden sıkılmaya başladığını hissediyor olsak da yine de televizyon sevdamızdan vazgeçemiyorduk. Bazı dizilerin olduğu akşamlarda salon ağzına kadar doluyor, zavallı Fedai abi, divanın üzerine koyduğu sandalyeden – abartmıyorum, gerçekten de öyleydi- televizyonu izlemek zorunda kalıyordu. Şimdi düşünüyorum da mahalleli olarak Fedai abilere ne çok eziyet etmişiz.
Fedai abilerdeki akşam oturmaları bir süre daha böyle devam etti. Artık onca insana çay, kahve ikramı bile yapılmaması mahalleli arasında ufaktan dedikodulara neden olmuş, bazı komşularımız evlerine televizyon almaya başlamışlardı. Böylelikle televizyonu olmayan komşular için yeni seçenekler oluşması oldukça sevindirici bir gelişmeydi. Ama bu evrede, benim leyl-i meccani günlerim başladı. Tatillerde eve geldiğimde, mahallelinin eskisi gibi “Bu akşam hangi eve gitsek?” gibi bir sıkıntıları kalmamıştı. Neredeyse herkesin bir siyah beyaz televizyonu olmuştu. Hatta bazıları siyah beyazı bırakıp evine renkli televizyon almıştı.
Mahallemizde herkesin bir televizyon sahibi olmasıyla çocukların oyunları, kadınların kapı önü sohbetleri, komşuluklarımız da şekil değiştirmeye başladı. Artık insanlar, gününü gecesini televizyondaki programa göre ayarladığından sokak çoğunca boş oluyordu. Televizyon mahallemizi iyiden iyiye eline geçirmişti.
İşte o günden sonra mahallemiz hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Siyah beyaz televizyonun yerini renkli televizyon aldı. Kanalların sayısı arttı. Televizyon, evlerin duvarlarından inip televizyon sehpalarına yerleşti. Bilgisayar, internet ve cep telefonlarının hayatımıza girmesiyle televizyonun eski havası kalmamış olsa da mahallemizin o günleri, Fedai abinin, divanın üstüne bir de sandalye koyup izlediği siyah beyaz televizyonundaki bir film gibi belleğimde çakılı kaldı.
