Gezegendeki En Yaşanılası Şehir : VANCOUVER

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

aynı mahallede kocayacaksın;

aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma-

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”

-Kavafis’in dizeleri, Cevat Çapan’ın çevirisiyle-

Ömrümü tükettiğim şehirden, çok uzaklardaki bir başka şehre gidip başka evleri, sokakları; başka yaşamları gördüğümde yaşadığım şehrin de arkamdan geleceğini sanmıştım. Yanılmışım. Ülkemin kaosundan, her gün değişen baş döndürücü gündeminden bir ay da olsa  uzaklaşmak iyi geldi bana. Kocaman bir ömre sığdıramadığım birçok şeyi bir aya sığdırdım. Yeni bir ülke, başka bir deniz bulamayacağımı bile bile, dünyanın en büyük okyanusunun yüreğine kadar sokulduğu bir şehirde her şeyi ama her şeyi, geri döneceğimi bile unutarak bir ay yaşadım.

Kanada’ya ilk gidişim  Toronto’ya idi. Kıtalar arası ilk uçuşumdu. Bir yıl sonra, 2017’nin yazında bu kez Vancouver yolundaydım. O yıllarda THY’nin doğrudan uçuşu olmaması nedeniyle  yolculuğumuz, uzun ve  yorucu; Montreal’den sonra aşırı türbülans nedeniyle biraz korkutucu olsa da oğluma kavuşma  heyecanı ve  gecenin geç saatlerinde uçağın penceresinden gördüğüm şehrin ışık seli, yolculuğun çileli kısmını unutturdu bana.

Oğlumun anlattıklarından, gönderdiği fotoğraflardan, daha önce yaptığım araştırmalardan az çok bir fikrim vardı aslında Vancouver hakkında. 1886’dan önce Granville veya Gastown olarak anılan şehir, adını odunculara içki ikram edip onları buraya yerleşmeye ikna eden Gassy Jack’ten almış; kereste sanayiciliği ve Pasifik Demiryolu sayesinde hızla büyüyerek, daha sonra Vancouver olmuştu.  Merak ettim, neden Vancouver diye… Aslında George Vancouver adlı bir kâşif kaptanın anısını ve soyadını taşıyordu Vancouver. Kuzey Amerika’nın Büyük Okyanus kıyılarındaki araştırmalarıyla tanınan bu İngiliz denizci, San Fransicso’dan başlayarak British Columbia’ya kadar bütün kıyı bölgesinin haritasını çıkarmış ve Büyük Okyanus ile Kanada’nın kuzeydoğusundaki Hudson Körfezi arasında kesintisiz bir boğaz olmadığını kanıtlamıştı.

Dünyanın en yaşanılası kentleri sıralamasında en başta yer alan Vancouver;  suyu, somonu, keyfi bol bir şehirdi. Sushi cenneti olduğu söyleniyordu. Ilıman havası nedeniyle Kanada’nın İzmir’i olarak biliniyordu. Daha ilk günlerde anladım ki Vancouver, Kanada’nın İzmir’i olabilirdi ama Türkiye’nin İzmir’i olamazdı. Çünkü haziran ortasında olmamıza rağmen sıcaklık, gündüzleri yirmi derece civarındaydı.  Günler çok uzundu; hava saat ondan sonra kararıyor, sabah dört gibi de aydınlanıyordu. Kışın da tam tersi tabii.  Oğlumun kaldığı ev, Dunbar ile Collingwood arasındaydı; okyanus ise bir sokak ötemizde… Nâzım Usta’nın Vera’sına yazdığı şiirini mırıldanarak seyrettim, Pasifik’in şehrin kalbine uzanan kıyılarını… 

Hint Okyanusu’nu seyrettim bu sabah.

Okyanuslar  üstüne bir çift sözüm var sana :

Kıyısından seyredilen okyanus

                                            farksızdır  Marmara açıklarından.

Kıyısından seyrettiğim Pasifik Okyanusu, farksız gibi görünse de Marmara açıklarından, yine de bir fark vardı. Koca okyanusun “gel git”lerini görmüştüm çünkü.   Gece, deniz  idiyse gördüğüm;  gündüz, denizin altıydı. Vancouver’da beni ilk etkileyen, Pasifik’ti aslında. Gördüklerim, okyanusun büyüklüğünü anlamam için yeterli olmasa da  “gel git”lerini görmek, tesellim oldu.

Kaldığımız evin çok yakınında olan Jericho, şehrin en neşeli  plajlarından biriydi. Bir eli yeşile, diğer eli maviye uzanmış; başıyla da  limana giden gemilere yol gösteriyor gibiydi. Sahilde  okyanusun armağanı kütükler vardı. Plajın yakınlarında, görür görmez sevdiğim, neden benim ülkemde de böylesi yapılmaz, dediğim  bir çocuk parkı bulunuyordu. Salıncaklar plastikten değil ağaçtan yapılmıştı. Park; huzurlu, sakin ve güvenliydi. Bir de ahşap bir çerçeve vardı parkın içinde. Fotoğraf çekilsin diye konmuştu sanırım. Çerçevenin üstünde  “What do you see?” diyordu ve altta da “Many stories exist in the landscape” yazıyordu. Bu yazı uyarıyordu aslında beni, çünkü ben de biliyordum ki “görmek başka, bakmak başkaydı”. Örneğin o çocuk parkında ve Downtown’da gördüğüm banklardaki yazılarda kimlerin hikâyesi vardı acaba?

Grouse Dağı’ndan Vancouver’a bakış…

Keşke benim şehrimde de olsa dediğim ve bugün bile park deyince hemen aklıma geliveren bir çocuk parkı daha gördüm, şehrin merkezinde… Bir adı var mıydı bilmiyorum ama ben “Islak Park” demek isterim. Çünkü geniş bir alanda, fıskiyelerin altında;  çocuklar, suyla dans ediyorlardı. “Islak Park”ı gördüğüm gün, ben de çok eğlendim. Kanada’nın kuruluşunun 150. yıl dönümü kutlanıyordu. Bütün şehir Downtown’daydı. Bu satırları okuyanlar da belki oradaydı. Geçit töreni yapılacaktı. Ben de Türk topluluğunun arasına karışıp elimde bayrakla caddeyi boydan boya yürüdüm. Dil, din, ırk ayrımı olmaksızın her milletten insanın bir araya geldiği, hem kendi bayrağına hem de yaşadığı ülkenin bayrağına gururla sahip çıktığı anlamlı ve güzel bir gündü. O gün orada bir kez daha gördüm ki; farklılık demek, zenginlik demekti. Farklılıkta bir başka güzellik vardı. Herkesin elinde kendi bayrağı olsa da, yürekleri yaşadıkları ülke için çarpıyordu. Kanada’yı çekici ve güzel yapan en önemli özelliği de buydu sanırım. 

Şehirde  gözüme çarpan bir şey daha vardı ki, insanların  Vancouver’ı sevdiklerine dair bir  işaret olarak algıladım bunu.  Taşıtların plakalarında “Beautiful British Columbia” yazıyordu. Evet Vancouver güzeldi;  sakinleri de yaşadıkları şehrin güzel olduğunu biliyor ve bundan gurur duyuyorlar, şehirlerine sahip çıkıyorlardı.

Gerçekten çok güzel,  düzenli ve temiz bir şehirdi  Vancouver.  Örneğin Kitsilano’da denize dik sokaklara  Dunbar, Alma, Collingwood gibi isimler; denize paralel sokaklara da numaralar verilmişti. İsteseniz de kaybolamazdınız. Bu şehirde  en çok hoşuma giden, bu sokaklardı. Çiçeği ve ağacı bol, yemyeşil sokaklardı. Çoğu sedir ağacından yapılmış evler, çiçeklerle dolu bahçeleriyle bir güzellik yarışmasına hazırlanır gibiydi bu sokaklarda. 

Şehirde trafik çok düzenliydi, yayaların ve bisikletlilerin önceliği vardı. Trafik ışığının olmadığı ara sokaklarda yola adımınızı attığınız anda, öncelik sizindi; araçlar hemen yol veriyorlardı size. Otobüs şoförleri çok kibar, anlayışlı  ve esprili idiler. Havalı olduklarını da yazmalıyım. Siyah eldiven, kalın çerçeveli siyah gözlük; en önemli aksesuarlarıydı. Otobüse binerken mutlaka size selam veriyorlardı, hangi kapıda olursanız olun, otobüsten inerken de siz onlara teşekkür ediyordunuz. Şoförler; bilet kontrol etmiyorlardı, otobüsün bütün kapılarından girebiliyordunuz yani. Bilet atmak sizin inisiyatifinizdeydi. Yine de  herkes, bilet kullanıyordu.

Lynn Kanyonu

Etkilendiklerim arasında dünyanın en iyi yirmi üniversitesinden biri olan UBC’yi anmadan geçmek olmaz. Bu güzel üniversite, Pasifik Okyanusu’nun deniz feneri gibiydi.  Personeli veya mezunu olan sekiz kişi, Nobel ödülü almıştı. Üç Kanada başbakanı bu okuldan mezun olmuştu. Kanada’nın yerlilerine vefasının bir göstergesi olan Antropoloji Müzesi, Japon Bahçesi’ndeki rengarenk çiçekleri ve tabii oğlumun doktorasını yaptığı fizik bölümü;  Vancouver ziyaretimizden kalan en güzel anılar olarak hâlâ belleğimde tazeliğini korumakta.

Vancouver’ın rasathanesi görünümündeki Grouse Dağı; derin vadide iki ulu ağaca  kurulmuş bir salıncağa benzeyen köprüsü ile  Lynn Kanyonu;  içinde bin bir çeşit deniz canlısını barındıran Aquarium’u ve göğü delen ağaçlarıyla Stanley Park;  sevgili arkadaşım Demet Edeer’le gezdiğimiz Buntzen Lake ve serin biralarımıza beyaz bulutları konuk ederek akşamı karşıladığımız Steveston da ortak anılarımız olarak aile tarihimizin kayıtlarına geçti. Ayrıca, Downtown’da Convention Center’da izlediğim  Fly Over Canada sayesinde Kanada’nın bütün güzelliklerini kuş bakışı görmüş gibi oldum. Bir uçak simülasyonuydu bu… Kanada üzerinden uçuyordunuz; Kuzey ışıklarını, Toronto’yu, Vancouver’i, Niagara Şelalesi’ni daha birçok yeri sanki uçaktaymış gibi yukarıdan izliyordunuz.

Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul”, Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı”;  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman”ı yazdıkları şiirli şehirlerden biri miydi acaba Vancouver? Şairlerin ve yazarların kaleminde nasıl dile getirilmişti? İnternet sayesinde bu sorunun cevabını bulmak da çok zor olmadı aslında. “Vancouver” için de şiirler yazılmıştı. Bunlardan biri Philip Resnick’in “Vancouver” ismini taşıyan şiiriydi.  Resnick, Vancouver hakkında “gezegendeki en yaşanabilir şehir” ifadesini kullanarak;  körfezi süsleyen gemileri, her santimetrekaresi değerli kumlarla örtülü kalabalık plajlardaki piknikçileriyle ağustos ortasında bir öğleden sonrayı betimliyordu. Ağustos sonrasında olmasa da temmuz ortasında, Resnick’in gördüklerini Jericho Plajı’nda, Kitsilano’da ben de gördüm diyebilirim. Eğer izlenimci bir ressam olsaydım, Jericho‘daki kalabalığın arasına karışır; limandaki yük gemilerini, sağ tarafımda kalan Stanley Park’ı , büyük apartmanlarıyla şehrin siluetini ve karşımdaki mor dağların eteklerine yaslanmış Kuzey Vancouver’ı ağustos öğlesinde değil de akşam güneşinin sihirli ışıklarında resmederdim. Resnick gibi bu şehirde yaşlanmayacağıma göre, şehrin arka yüzünü düşünerek  bu romantik resme kara bulutları eklemek istemezdim.

We who grow old here

have like Cavafy’s Alexandrians

learned to treat such messages with suspicion.

Those bereft of love

find little compassion betwixt concrete condo towers,

those with few means dwell in the same Inferno’s circles

as the bereft of other cities,

and those in hock to god of greed

are no less addicted to living in the suburbs of insatiability.

Her güzelin bir kusuru, her madalyonun bir arka yüzü vardır. Vancouver, müstakil evler, parklar, mutlu insanlar şehri olarak bilinse bile bu şehrin de bir arka yüzü vardı; Kingsway ve Hastings gibi bölgeler, şehrin yoksul kısımlarını oluşturuyordu. Dowtown, şehrin en hareketli ve zengin yerlerinden biriydi… Pahalı restoranlar, dünyaca ünlü markalar, eğlence mekânları hep buradaydı… Ama yine de aynı Downtown, evsizler ve uyuşturucu bağımlılarıyla doluydu. Ayrıca Vancouver, pahalı bir şehirdi. Kiralar dudak uçuklatıyordu, yiyecekler de öyle…

Vancouver’ın keyfini yaşamak için iyi bir geliriniz olmalıydı ya da keyfini yaşamak için kısa süreliğine burada olmalıydınız. Kendimi rahatlıkla ikinci gruba dahil edebilirdim. Çünkü oğlumun yaşadığı şehri görmek, tanımak için gelmiştim buraya. Bir daha Vancouver’a gelebilir miydim bilmiyorum ama gördüklerim, yaşadıklarım ve tabii ki oğlum; bu şehri çok özletecekti bana. Kendim için yeni bir ülke, başka bir deniz bulamasam bile dünyanın en yaşanılası şehrinden  işte bu duygularla dönüyordum ömrümü ve yeryüzünü tüketeceğim kendi sokaklarıma…

Seyhan Can

Haziran 2022 / “TCS TOPLUM” Dergisinde Yayınlandı.

Dergiyi okumak için: https://turkishcanadiansociety.org/tr/?fbclid=IwAR3PZvn5bl3_QHGCyr65c2Dnbny5Cw_4kB02KfY_wH44kesTvwSq6Iu9M5E

One comment

Yorum bırakın