
“bozkırda bir kasabadan geçerken
tozlu yolda iki sıralı kahveler
öyle sakin kıpırtısız
otobüsü süzerler
doğdukları yerde ölenler” Zülfü Livaneli
Çocukluğumun üç yılı Çanakkale’nin bir köyünde geçti. İlkokul birinci sınıftayken gittiğim bu köyün büyük bölümü, Rumeli’den göçmüştü doğdukları köyleri, kasabaları arkalarında bırakarak… Bütün hayatlarını, umutlarını, geçmişlerini sırtlayarak hiç bilmedikleri topraklara göç etmişlerdi. Bir de sözcüklerini katmışlardı yüklerine… Benim en sevdiğim göçmen sözcük, “susa”ydı. Fransızcada “chaussée” iken bizim köyde “susa”ya evrilmişti.
Bizim “susa”; tozlu topraklı köy yolunun bittiği yerde başlar ve benim bilmediğim kasabalara, şehirlere, başka hayatlara doğru uzar giderdi. Yolun ufukla birleştiği o son noktanın ardındakileri merak ederdim en çok. Nereye gideceğimi bilmezdim ama gitmek isterdim. Galiba göçmenlik, benim de ruhuma sinmişti. Bir gün bu isteğim gerçekleşti. İpek böceği yetiştiren dayımla oldu susaya ilk çıkışım. Kozaları satmak için çıktığımız o tek şeritli yol, bizi Bursa’ya ulaştırdı. Böylece, ilk kez, kozamdan çıkmış oldum.
Sonrası geldi. Ortaokuldan sonra yatılı okul, sonra üniversite nedeniyle başka kentler… Yatılı okul yıllarında, doğduğum kasabayı çok özledim. Her ne kadar göçmenlik ruhuma sinmiş ise de geri dönmek istedim. Anlamıştım ki kozadan çıkmak kolay değildi. Kozasında yaşayanlar için hayat daha kolaydı sanki… Aynı ev, aynı sokak, aynı mahalle, aynı gökyüzü, aynı insanlar… Kardeşimi kıskanırdım bazen. Çünkü o, hep aynı gökyüzünün altında sakin, kıpırtısız bir hayatı yaşamış; yol yorgunluğu nedir bilmemiş, gurbet duygusunu hiç tatmamıştı. Hiç özlememişti… Yolcu beklemişti ama hiç uzak yolların yolcusu olmamıştı. Zülfü Livaneli’nin şiirinde bahsettiği “kasabanın tozlu yollarına iki sıralı dizilmiş kahveler”inden birine oturup, yoldan geçen otobüsleri süzenlerden biri olmuştu. Şimdi düşünüyorum da, belki onun da yüreğinde yolculuk özlemi vardı, belki o da benim gibi dar bir alanda tutsak yaşadığını düşünüp uzaklara gitmek istemişti. Kim bilir!
“damlara bakan penceresinden
liman görünürdü
ve kilise çanları
durmadan çalardı, bütün gün.
tren sesi duyulurdu, yatağından
arada bir
ve geceleri.
bir de kız sevmeye başlamıştı
karşı apartmanda.
böyle olduğu halde
bu şehri bırakıp
başka şehre gitti”
“Hicret” şiirinde böyle diyor Orhan Veli… “Hicret” Arapça sözcüktür. Hicran ve muhacir sözcükleri de aynı kökten gelir. “Hicran” bir kimseden ya da bir yerden ayrılmak, ayrılık, ayrılığın yol açtığı onulmaz acı demektir. Muhacir ise, bir yerden ayrılıp bir başka yere göç eden, göç ederken de yüküne ayrılığı katandır. Böyle olduğu hâlde; bir şehri, alışkanlıklarını, sevdiklerini arkada bırakıp da başka şehirlere, başka memleketlere neden gider ki insan?
“Terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek; herhangi bir şeyden bedenen veya kalben uzaklaşmak anlamındaki “hicret”in karşılığı “göç”tür; “taşınmak, taşınan yük” anlamına gelir. Göçmen, göçebe, göç etmek sözcükleri de bu kökten türemiştir. İnsanın var oluşu kadar eski bir olgudur göç; güvenli bir yaşama kavuşmak, iyi bir iş bulmak, iyi bir eğitim almak gibi sosyal, ekonomik, politik vb çeşitli nedenleri vardır göçün. Göç etmek, her şeyi geride bırakmayı, köprüleri atmayı gerektiren cesur bir eylemdir. Tek yönlü bir yolculuktur göç. Büyük umutlar veya büyük kaçışlar tetikler göçleri… Sancılıdır… Bu nedenle çoğu zaman derin travmaları da beraberinde getirir. İşte bu yüzden, bir şehirden, bir mekândan, bazen de bir duygudan, bir kalpten gitmek zordur. Cesaret gerektirir.
Gitmek, cesaret gerektirir dedim. Kalmak da içinde bulunulan olumsuzluklara dayanmayı ve onlarla savaşmayı gerektirir bazen. İçinde bulunduğu koşullardan memnun olanlar da vardır. Koşullar ne olursa olsun, doğduğu topraklarda ölmeyi tercih eden ya da gitmek istediği hâlde gitmeye cesaret edemeyen insanlardır bunlar.
“dünya onlar için dönmez
bilmezler yol yorgunluğunu
sesleri yankı bulur
hep aynı kayadan, aynı saat diliminden
düşlerinde çin ü maçin’e giderler
doğdukları yerde ölenler”
Daha iyi bir eğitim almak amacıyla on sekiz yaşında Kanada’ya göçen bir gencin annesi sıfatıyla “hasret çeken bir kalan” ve çıktığı kozaya bir daha dönemeyen “bir giden” olarak düşünüyorum da kimler daha şanslı acaba? Zülfü Livaneli’nin şiirinde bahsettiği “sesleri hep aynı kayadan, aynı saat diliminden yankı bulan, Çin ve Maçin’i ancak düşlerinde gören”, doğdukları yerde yaşayıp ölenler mi; yoksa dillerinde “gidenlerin türküsü”yle ve kim bilir hangi rüzgârların etkisiyle, yeni topraklara kök salmaya çalışanlar mı? Bunun cevabını vermek zor… Sanırım en zoru kalmak isterken gitmek, gitmek isterken kalmak zorunda olmak… Daha da zoru; arada kalmak, arafta kalmak!..
Seyhan Can
BC TOPLUM Dergisinin Nisan 2023 sayısında yayınlandı. Yukarıdaki kare kod ile BC Toplum Dergisi Nisan sayısına ulaşabilirsiniz.