
İki bin altı yüz yıllık bir geçmişe sahip olan Gölyazı, antik adıyla Apolyont; Bursalıların en gözde kaçamak yerlerinden biri… Uluabat Gölü’nün gümüş renkli sularıyla kucakladığı bu saklı cennet; şehrin gürültüsünden uzaklaşmak isteyenlere günübirlik kaçışlar için gözden ırak, göle yakın bir sığınak gibi…
Uluabat Gölü’nün incisi Gölyazı’ya Uludağ Üniversitesi Metro İstasyonu’ndan kalkan belediye minibüsleriyle on beş dakikada ulaşmak mümkün. Minibüse biner binmez Gölyazı’nın ışıltısını ve sıcaklığını hissetmek de… Çünkü ev sahipliği minibüste başlıyor. Birkaç dakikalık sohbetten sonra, kendinizi hiç tanımadığınız insanlarla komşu gibi hissediyorsunuz. Ben de bu duyguyu yaşadım yol boyunca…. Arka koltuktaki yolcunun Gölyazı’nın en eski balıkçılarından olduğunu duyunca dayanamayıp Yaren’i sordum. Balıkçı, Yaren leylek yerine Şakir leylekten bahsetti. Boynundaki koyu kırmızı fularıyla dikkatimi çeken, kır saçlı, yetmiş yaşlarında bir başka yolcu, hemen ilgilendi bizimle, “Nereye gideceğinizi biliyor musunuz?” diye sordu ve cevabımızı beklemeden gezimizde bize eşlik etmeyi önerdi.
Köy girişinde bizi ilk karşılayan, tarihi yel değirmeni oldu. Biraz sonra da “Ağlayan Çınar” tüm azametiyle karşımızdaydı. Ağlayan Çınar’ın hemen yanındaki köprü, ana karayla Gölyazı’yı birbirine bağlayan bir göbek bağı gibi… Koptu kopacak… Kayıklar, köyün çevresini bir hâle gibi kuşatmış. Balıkçı kayıklarının yanında, saltanat kayıklarına benzeyen gösterişli tekneler de var.

“Ağlayan Çınar”ın hikâyesi çok trajik. Yedi yüz elli yaşındaki bu anıt çınar, her yazın başında gövdesinden kırmızı gözyaşları akıtırmış. Adını gövdesinden akan kırmızı sudan alan çınarın efsanesi, Gölyazı’da Rumların ve Türklerin barış içinde yaşadığı yıllara dayanıyor. Birlikte büyüyen Rum kızı Eleni ile Mehmet’in sevgisi, mübadele nedeniyle imkânsız bir aşka dönüşür. Çünkü, göçen Rumların içinde Eleni de vardır. Mehmet, sevgilisinin peşine düşse de Eleni’nin abisi, bir zamanlar kardeş gibi yaşayan iki toplum arasında, artık onarılması imkânsız bir düşmanlığın başlamasını gerekçe göstererek delikanlının Eleni’yle görüşmesini istemez. Fakat Mehmet vazgeçmez, bunun üzerine kızın öfkeden gözü dönmüş abisi Mehmet’i ölümcül bir şekilde yaralar. Kanlar içinde kalan Mehmet, bir vakitler Eleni’yle buluştuğu çınarın altına kadar gelir ve son nefesini vermeden önce, kanıyla yazdığı mektubu çınarın kovuğuna bırakır. Göç yolundaki Eleni, Mehmet’in öldüğünü öğrenince kaçar, buluştukları çınarın altına gelir. Kovukta bulduğu mektubu okuyunca oracıkta canına kıyar. İşte bu yaşlı çınar, her yaz mevsiminin başında bu acılı olayı hatırlar ve kanlı gözyaşları döker.
Mübadele yıllarına kadar Rumların ve Türklerin kardeşçe yaşadığı Gölyazı’da savaş, zorunlu bir göçe neden oluyor. Rumlar, Selanik Türkleriyle ülke değiştirmek zorunda kalıyor. Gölyazı’da geçirdiğimiz saatlerde; sahilde, Arnavut kaldırımlı sokaklarda, kiminle konuştuysak Selanik göçmeni olduğunu söyledi. Göçün izleri belleklerden silinmemiş olsa da bu çalışkan ve güler yüzlü Selanik göçmenleri, Gölyazı’ya uyum sağlamış görünüyorlardı.
Gölyazı halkının geçim kaynağı balıkçılık ve turizm… Uluabat Gölü’nün gümüş gözlü balıklarını görmedim ama kocaman bir yayın balığının kıskıvrak yakalandığına tanık oldum. Balıkçıların gözündeki zafer parıltılarını da… Ölü yayın balığının yanında balıkçılarla sohbet ederken bir taraftan da aklımda “Dülger Balığının Ölümü” vardı. Sait Faik’in hüzünlü hikâyelerinden biri… Ustanın anlattığına göre dülger balığının gözleri çok güzeldir ve canlıyken balığın pulları küpe niyetine kadınların kulaklarına takılacak derecede göz alıcıdır. Dülgerin pulları varken; elmasa, yakuta, zümrüte gerek yoktur. Benim karşımda upuzun yatan ölü yayın balığının ise böyle anlatılacak bir güzelliği yoktu. Boyu bir buçuk metre kadardı ince, uzun, kahverengi bedeniyle balıkçılara teslim olmuştu ve az sonra derisi soyulacak, bedeni küçük parçalara ayrılacaktı.
Gölyazı’da sadece erkekler değil kadınlar ve leylekler de balıkçı… Daracık sokaklarda gezerken insandan çok leyleğe rastladım. Köyde geçirdiğim saatler boyunca leyleği havada, karada, gölde; her hâliyle gördüm. Rahatlıkla diyebilirim ki bu sene bana bol miktarda yolculuk var… Daracık sokaklarda leylekler için uzun beton direkler dikilmiş. Bizim Hacı Leylekler de oralara şahane yuvalar yapmışlar.
Gölyazı’ya ve Uluabat Gölü’ne adını veren; güneşin, ışığın, müziğin ve şiirin Tanrısı Apollon. Antik Anadolu’da efsane biter mi? Bugün Uluabat olarak anılan gölün bulunduğu yerde Apollonia Krallığı, Mustafakemalpaşa’nın bulunduğu yerde de Melde Krallığı varmış. Melde Kralı, Apollonia Kralı’nın kızını oğluna istemiş. Ancak kız, bu izdivaç teklifini reddetmiş. Tabii Melde Kralı’nın onuru incinmiş ve çok kızmış. Apollonia Kralı da kızını korumak için bir tepe üzerine saray yaptırmış. Melde Kralı, intikam almakta gecikir mi? Bandırma’dan denize dökülen Odryses (Mustafakemalpaşa) Çayı’nın yolunu değiştirerek Apollonia kentinin bulunduğu toprakları sular altında bırakmış. Böylece, prensesin sarayının bulunduğu tepe, suların ortasında bir adacık hâline gelmiş ve Uluabat yani Apolyont Gölü de böyle oluşmuş. Antik çağlarda Anadolu’da adını ışığın ve sanatın tanrısı Apollon’dan alan dokuz kentten biri olan Apolyont, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerini yaşamış. Bu nedenle tarihi eserler açısından da görülmeye değer bir yer.
Bir şehri, bir şairle ya da bir mekânı bir şiirle bağdaştırdığınız oldu mu hiç ? Benim çok oldu. Ama her seferinde bağdaştırdığım şair, o şehri veya mekânı bir başka şairle paylaşmak zorunda kalıyordu. Bursa diyelim örneğin, ilk akla gelen “Bursa’da Zaman”şiiri ile Ahmet Hamdi Tanpınar’dır değil mi? Oysa Bursa Şehrengizi’ni yazan Lamii Çelebi de bir Bursa şairidir. On üç yıla yaklaşan hapisliğinin on yılını Bursa Hapishanesi’nde geçiren ve en güzel şiirlerini burada yazan Nazım Hikmet de öyle… Belki de ilk kez, Gölyazı, bana sadece ve sadece bir şairi, Ahmet Haşim’i çağrıştırdı. Edebiyatımızda “akşam kızıllığı”, “hüzün”, “karamsarlık”, “durgun sular”, “hayal” sözcükleriyle aklımıza ilk gelen Ahmet Haşim’i… O, herkesin bildiği “Merdiven” şiiriyle değil ama… Otuz dört şiirden oluşan “Göl Saatleri”yle ve biraz da “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz” dizesi ile zihnime çakılıp kalmış “O Belde”yle… Her ne kadar “O Belde”de gölden değil “maî deniz”den bahsediyor olsa da bence “O Belde” şiiri de Gölyazılı… Göle yazılı…
Üç saate yakın gezinin sonunda, göl kenarında bir çay bahçesinde oturduğumuzda akşam olmak üzereydi. Bu saatler, Ahmet Haşim’in saatleriydi. Gün boyunca aklıma gelmeyen şair, burada karşımdaydı. Gölyazı’da, Haşim’i görmemin nedeni, aslında biraz da kendimle ilgili… Köy meydanındaki göl manzaralı kahvede, serin çınarların altında çayımı yudumlarken, yaşadığım dönemin sıkıntılarından uzaklaşmış gibi hissettim. Tam bir göl sevdalısı olan Ahmet Haşim gibi sığındığım bu gölde ben de hayatın bütün şekillerini ve hayal dünyamın tüm renklerini “havz-ı hayalin sularında” seyrettim.
“Seyreyledim eşkâl-i hayatı
Ben havz-ı hayâlin sularında
Bir aks-i mülevvendir onunçün
Arzın bana ahcâr ü nebâtı”[1]
Acaba Gölyazı’nın gecesi nasıldır? Haşim’in “Mehtapta Leylekler”[2] şiirinde anlattığı gibi, köyün ve gölün tüm leylekleri; mehtaplı gecelerde, suyun kenarına dizilerek ayın büyüsüyle hayale dalıyorlar mıdır? Burada da geceleri gökyüzü bir göl, yıldızlar ise gölün üstündeki küçük hayvancıklar gibi midir? Buranın kırmızı gagalı leylekleri de Haşim’in leylekleri gibi bu küçük hayvancıkların hangi kuşlara yem olduğunu merak ederler mi? Ve yazın habercisi, uzun yolların müjdecisi bu güzel, beyaz kuşlar; bu köydeki camı çerçevesi kırılmış, yalnızlığa terk edilmiş yaşlı ve kimsesiz evlerle ilgili ne düşünürler? Ve bu yaz kuşları, “Ağlayan Çınar”ın, her yaz başında kanlı gözyaşı dökmesine acı bir aşk hikâyesinin neden olduğunu bilirler mi?
Ahmet Haşim, “Leylek, ressam ve şairi birtakım karışık ve mevzun hayallere davet etmek üzere yaratılmış bir kuştur.” der. Ressam ve şair olmasam da meraklı bir gezgin olarak leyleklerin beni de birtakım karışık hayallere davet etmesine engel olamıyorum. Akşam saatlerinde Apolyont Gölü’nde bir kamış olamasam bile, adını ışığın ve şiirin tanrısı Apollon’dan alan bu yerde mehtaplı bir gecede hayallere dalan leyleklerin hayallerine ortak olmak dileğiyle ayrılıyorum Gölyazılı saatlerden…
“Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilân
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Âlemlerimizden sefer eyler
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam!” [3]
[1] Hayatın şekillerini, hayal havuzunun sularında seyrettim. Bundan dolayı dünyanın canlı ve cansız cisimleri, benim için hayal havuzunun sularına vurmuş renkli akislerdir.
[2] Kenâr-ı âba dizilmiş, sükûn ile bekler,
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler…
Havâda bir gölü tanzîr eder semâ bu gece,
Onun böcekleri gûyâ nücûmdur yekser…
Neden bu âb-ı semâvîde avlananlar yok?
Bu haşr-ı nûr-ı hüveynâtı hangi kuşlar yer?
Eder bu hikmete gûyâ ki vakf-ı rûh u nazar
Füsûn-ı mâha dalan pür-hayâl leylekler…
Ahmet HAŞİM /Göl Saatleri (1921)
Vezin: Mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün (fâ’lün)
[3] Ahmet Haşim “Bir Günün Sonunda Arzu”