Yeni yılın başlamasına beş gün kalmış. Uzun zamandır yollarını gözlediğim oğluma kavuşmuşum. Sere serpe kahvaltılar, şarkı türkü eşliğinde akşam yemekleri… İyiyiz yani. Şükür… Bundan iyisi, birlikte bir yerlere kaçmak… Ana oğul, ikinci kaçışımız olacak bu… İlki, bundan sekiz yıl önce Marmaris’e idi. Bu kez yolumuz Yavru Vatan’a…
Sabiha Gökçen’den, Kıbrıs’a yolculuk bir buçuk saat kadar… Üstelik pasaport da gerekmiyor. Uçaktayım. Yanımda oğlum, aklımda Kıbrıs; bulutların altında İznik, Yenişehir, İnegöl, Kütahya, Afyon, Karaman ve nihayet Mersin … Ver elini Akdeniz’in mavi suları derken; ovaları, şehirleri, kıyı boyunca uzanan Beşparmak dağları ile işte Yavru Vatan!

Kanatlarında sabahın ilk ışıklarını taşıyan uçağımız, önce doğuya yöneliyor ve sonra da gözüne Ercan’ı kestirerek Akdeniz’in en büyük üçüncü adasının kalbine bir kuş misali konduruyor bizi. Giriş işlemlerini kimlik kartıyla yapıyoruz, görevli tarafından Kıbrıs’ta kalacağımız süre boyunca yanımızda taşımamız gereken bir belge veriliyor. Ters direksiyon ve trafik nedeniyle araba kiralamayı düşünmediğimizden, Ercan’dan Mağusa’ya gitmek için Kıbhas firmasının minibüslerinden yararlanıyoruz. Minibüsün kapısı, alıştığımızın aksine sol tarafta… Şoför de sağ tarafta bulunduğundan başlangıçta durumu biraz garipsiyorum. Şoförsüz yolculuk yapıyor gibiyiz çünkü. Yaklaşık elli dakika süren yolculuğumuz oldukça keyifli geçiyor. Minibüsün arkasındaki bir çocuğun öndeki kadına ikide bir “annnnneeee” diyerek seslenmesi, kadının da çocuğunu tanımıyor gibi kayıtsızlığı ve en sonunda “annnnneeee, ablam bizi alcek mi?” diye bağırışına “evet alcek” diye bağırması yolculuğu daha eğlenceli hâle getiriyor.
Peki, Kıbrıs’ta trafik neden soldan akıyor? Trafik akışı, aslında “at, avrat, silah” üçlüsünden at ve silahla ilgili[1]… Ulaşımın atlarla sağlandığı devirlerde, atın üstündeki kişi, kılıcını sağ eliyle kullandığından (solaklar hariç), düşmanını sağ tarafına alırmış. Bu alışkanlığın etkisiyle, arabalar kullanılmaya başlandıktan sonra da yolun solu tercih edilmiş. Yolun solunu benimseyen ülkeler, %30’u, oluşturuyor. Malta, Birleşik Krallık, Japonya, Tayland, Hindistan, Nepal, Kenya ve Kıbrıs gibi ülkelerde trafik akışı, soldan gerçekleşiyor. Yolun sağını kullanan ülkelerde ise bu tercihin nedeni, Fransız İhtilali… Fransa’da 1789 İhtilali’ne kadar, yolun sağ tarafını yoksullar, sol tarafını ise aristokratlar kullanırmış. İhtilal’den itibaren aristokratlar da dikkat çekmemek için yolun sağ tarafını kullanmaya başlamışlar. Solak olduğu söylenen Napolyon, trafiğin sağdan akışına öncülük etmiş. Dünyanın %70’i de bu alışkanlığın veya tercihin etkisinde…
GAZİ MAĞUSA
Bu minik bilgiyi de araya sokuşturduktan sonra, gezimize kaldığımız yerden devam edebiliriz. Minibüsten inince, daldığımız ara sokaklar bizi, tarihi Mağusa şehrine girişi sağlayan orijinal iki kapıdan biri olan Ravelin’e çıkardı. Kara Kapısı olarak da bilinen Ravelin “yarım ay şeklindeki tabya” anlamına geliyormuş. Kara Kapısı, surların Othello Kalesi’nden sonraki en eski kısmı. Aslında üzerinden geçtiğimiz köprü ile sur içine giriş yeniymiş. Eskiden kule yanındaki bir top yuvasının içinden geçilirmiş. Olsun, sonuçta Tarihi Mağusa Surları’nın kapılarından birini kullanmış olduk.
Latince adı Famagusta olan Mağusa, aslında küçük bir liman kenti… Kuruluşu M.Ö. 285-247 yıllarına kadar gidiyor. Salamis Harabeleri’nin bulunduğu yerdeymiş başlangıçta. 648 yılında Arap istilasına uğramış ve yağmalanmış.
Mağusa Surları, Osmanlıların saldırılarından korunmak amacıyla Lüzinyanlılar tarafından yapılmış. Bu surlarda bulunan on dört kuleden birisinin adı Othello Kulesi… Surların sahile bakan tarafında yer alan Othello Kulesi, 1492 yılında inşa edilmiş. Kule’ye ismini veren, William Shakespeare’in 1603’te yazdığı Othello adındaki beş perdelik trajedisinin kahramanı Othello. Shakespeare, Kıbrıs’a gelmemiş ama ünlü oyununda Othello’yu Kıbrıs’ta Venedik koloni ordusunun başarılı ve saygı duyulan Mağrip kökenli bir komutanı olarak betimlemiş.
Aralık güneşinin ısıttığı Sur içinde, o sokak senin, bu sokak benim yürürken, karşımıza Sinan Paşa Camii çıkıyor. Cami, kiliseden dönüştürülmüş. Osmanlılar döneminde patates, hububat gibi ürünleri depolamakta kullanıldığı için, Buğday Camii olarak da biliniyor. Caminin hemen bitişiğinde, Osmanlı’nın ilk büyükelçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin mezarı bulunuyor.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin mezarının önünde bizi ilk karşılayan, sevimli bir kedi. Çelebi’nin mezarını bekliyor gibi… Padişah III. Ahmet tarafından 1720’de Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi, beş ay süren deniz yolculuğunu ve Paris’te geçirdiği günleri “Sefaretname” adıyla kaleme almışsa da yazdıkları daha çok bir seyahatnameyi andırıyor. Çelebi’nin Paris sefahati çok fazla sürmüyor. 7 Mart 1721’de geldiği şehirden, aynı yılın temmuzunda ayrılıyor. Gözde bir diplomat iken Patrona Halil Ayaklanması’ndan sonra Mağusa’ya sürülüyor ve yaşamı burada sona eriyor. Türbenin hemen önünde bekleyen kedisinden başka bir şeyi kalmamış, ha bir de Paris Sefaretnamesi adıyla bizlere ulaşan çok ilginç anıları var tabii… Ee, insanoğlu hayalden başka ne ki?

Mağusa sürgünlerinden bir diğeri ve bence en ünlüsü “Vatan Şairi” Namık Kemal. Hayatının tam otuz sekiz ayını Mağusa Kalesi’nde geçiren Namık Kemal, neredeyse bütün eserlerini burada yazmış. Sürülmesine neden olan eseri Vatan yahut Silistre… Namık Kemal’in Mağusa sürgünlüğü başlı başına başka bir yazının konusu olacak. Ama yine de koca şairin, sürgünlüğünü anlattığı mektuplardan birini anmadan geçemeyeceğim. “Pencereden bakıp da sahrâlar dolu harâbelerini, dağlar parçalanmışçasına taş yığınlarını gördükçe, Sûr-ı İsrâfil çalınmış, fakat ben işitmemişim zannediyorum” ifadelerinden anlıyoruz ki Mağusa onun kıyameti olmuştur. Kaldığı yıllar boyunca pek çok kez sıtmaya ve başka hastalıklara yakalanan, rutubetten de son derece mustarip olan Namık Kemal’e buranın havası yaramamıştır. Bu nedenle Mağusa halkından gerçek bir mücahit olarak söz eder. Biz sadece bir gece kaldığımız için, bu konuda olumsuz bir düşüncemiz olmadı, hatta kışın ortasında yaz güneşini görmekten mutlu olduk. Fakat Namık Kemal’in kısa bir süre de olsa hapsedildiği zindanı görünce onun adına çok üzüldük. Aynı bahçe içinde Namık Kemal adına açılan şahane müze, tesellimiz oldu.


Namık Kemal Meydanı’nın hemen yakınında yer alan Venedik Sarayı da görmek istediğimiz eserlerden biriydi. Bir vakitler Kıbrıs krallarına ev sahipliği yapan bu sarayı da gördükten sonra ara sokaklara daldık. Bir şehre gittiğimde, en çok ara sokaklarda kaybolmayı severim. Listemizdeki yerleri ararken rastgele daldığımız sokaklar, bizi çocuk cıvıltılarına götürdü. Gazi İlkokulu bahçesindeki genç sesler, yol yorgunluğumuzu bir anda atıverdi üstümüzden. Çok övülen Petek Pastanesi’nin yollarına düşmeden önce Tarihi Cümbez Ağacı’nı da görmek istedik.
Cümbez Ağacı, Lala Mustafa Paşa Camii olarak anılan Aziz Nicholas Katedrali’nin bahçesinde yer alıyor ve katedral ile yaşıt olduğu rivayet ediliyor. Tropik bir incir türü olan bu ağacın en belirgin özelliği, yılda yedi kez meyve vermesiymiş. Biz, meyvesinden değil ama gölgesinden nasiplendik. Oğlumla birlikte, altında dinlendiğim Cümbez Ağacı, Mağusa gezimizin unutulmaz anlarından birini sundu bana.

Mağusa gezi listeme aldığım yerlerin Salamis Harabeleri ve Kapalı Maraş dışında hemen hepsi Tarihi Mağusa şehrinin içindeydi ve buraları yürüyerek öğle saatlerine kadar gezdik. Dinlenmek ve acıkan karnımızı doyurmak için tercih ettiğimiz Petek Pastanesi de çok yakındı. Pastane, Lala Mustafa Paşa Camii’ne bir iki dakikalık yürüme mesafesinde. Pastane dediğime bakmayın aynı zamanda restoran hizmeti de veriyorlar. Dediklerine göre tatlıları da “efsane” imiş ama biz Kıbrıs’ın meşhur hellimli köftesini denemek istedik. Tabii yanında pilav, salata ve buz gibi bira da olunca, terasta aralık güneşinin altında çok keyifli bir iki saat oturduk. Yemekler çok güzel ama biraz pahalıydı. Olsun, Kıbrıs’a da her gün gelmiyoruz ya…

Yemeğimizi yedikten ve biraz da dinlendikten sonra Kapalı Maraş’a gitmek üzere yola çıktık. Yola çıktık dediysem arabayla değil tabii, sahil boyunca yürüyerek… Yaklaşık iki kilometrelik bu yol çok yorucu değil ama yine de yolumuzun üstündeki bir kafede yarım saat mola verdik.
Kapalı Maraş, Mağusa’da en çok etkilendiğimiz yerlerden biri oldu. Akdeniz’in en ünlü tatil beldelerinden biriyken 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtından sonra sivil halka kapatılarak askerî bölge ilan edilmiş. 2020 öncesinde, Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları ile orduevinin yanında bulunan kız öğrenci yurdunda kalan kişiler dışında bölgeye giriş kesinlikle yasakmış. 8 Ekim 2020’de Türkiye ve Kıbrıs ortak kararıyla Kapalı Maraş’ın bir buçuk kilometrelik kıyı şeridi ve denizi halkın kullanımına açılmış. Kapalı Maraş’ın sokaklarında, yetkililerce belirlenen güzergâhta, sabah sekizden akşam sekize kadar yürüyerek veya girişte kiralanan bisikletlerle gezilebiliyor.

Bir zamanlar tiyatro, sinema ve kütüphane; dört yüze yakın bitirilmemiş inşaat, onlarca otel, eğlence merkezi, banka, üç bin civarında ticari işletmenin yer aldığı Maraş, savaştan sonra bir hayalet şehre dönüşmüş. Savaştan önceki yıllarda Akdeniz’in Las Vegas’ı olarak ün salan Maraş ya da Yunanca adıyla söylersek Varoşa’nın Yunancadaki karşılığını bilmiyorum ama dilimizde “kent ya da kasabada merkezin dışında, uzağında kalan mahalle, dış mahalle” anlamındaki “varoş” adı; bu hayalet şehre daha uygundu sanki.
Kuşların bile terk ettiği şehir, yaman bir yalnızlığın pençesindeydi, hüzünlüydü ve ürperticiydi. Eski hâline dönebilmesi için on milyar dolar gerekiyormuş. Yine de bu paranın, şehri eski Maraş hâline getirebileceğine, savaşın izlerini silebileceğine inanmak çok güç.
Mağusa için bir gün bir gece ayırabildiğimizden Salamis Harabeleri’ni görme fırsatımız olmadı ama şehirde yaşadığımız her ânın hakkını vermeye çalıştık. La Terrazza Hotel’de geçirdiğimiz gecenin sabahında mükellef bir kahvaltıdan sonra, gezimizin bir sonraki durağı Lefkoşa’ya gitmek üzere şehirden ayrılırken dilimdeki türkünün adı “Mağusa Limanı”ydı.

Dünyanın bölünmüş tek başkenti: LEFKOŞA
“Akdeniz’de bir ada var yarım
Çeyrek asırdır bu adada yaşarım
Akdeniz’den başlıyorum uçmaya
Bir adanın tam ortası Lef/koşa”
Lefkoşa…
Coğrafi ve stratejik açıdan Kıbrıs adasının kalbi,
“Dünyadaki tek bölünmüş başkent” ünvanını taşıyan ve kalbinden sınır geçen şehir…
Kıbrıs’ın en kalabalık şehri olarak bilinse de, resmiyette Mersin’e bağlı bir ilçe… Başkent ama gerçekte başilçe… Girne, Lefkoşa, Gazimağusa da aslında il değil ilçe statüsünde.
Bugün Lefkoşa adıyla bildiğimiz şehirdeki ilk yerleşim, günümüzden beş bin yıl kadar önce gerçekleşmiş. Sonra Ledra demişler bu bölgeye, Milattan Önce 200 yılında da Lefkoşa. Bir zaman, Arap akınlarının hedefi olmuş, sonra Tapınak Şövalyeleri’nin malı… Lüzinyanlılar tarafından satın alınınca da saldırılardan korunmak için etrafına surlar inşa edilmiş ama yine de Cenevizliler ve Memlüklülerin gazabından kurtulamamış. Osmanlıların 1570’te adayı fethinden önce Venedik Cumhuriyeti’nin hâkimiyetindeki bu topraklarda savaş hiç bitmemiş. 1572’den itibaren adaya Türkler yerleşmeye başlamış. Bu tarihten üç yüz yıl sonra Kıbrıs, Birleşik Krallık’ın hâkimiyetine girmiş.
1955’te Britanya sömürgesini sonlandırmayı ve adayı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan Rum silahlı örgütü EOKA kurulmuş. 16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kurulunca, adadaki Britanya hâkimiyeti sona ermiş ve Anayasa gereği Lefkoşa’da biri Rum, diğeri Türk olmak üzere iki belediye kurulmuş. Türkler ve Rumlar arası çatışmalar bu tarihten sonra daha da artmış. 20-21 Aralık 1963 gecesinde “Kanlı Noel” olarak bilinen olayların ardından gerçekleşen Kumsal Baskını’nda Binbaşı Nihat İlhan’ın ailesi katledilmiş. İşte o ünlü “Yeşil Hat”, bu olaylardan sonra çizilmiş. Bu sınırın “Yeşil Hat” olarak adlandırılmasının nedeni, harita üzerinde hattı çizen Birleşmiş Milletler görevlisinin kalemini yeşil renk olması.
Lefkoşa sokakları yarım
Hiçbir yere ulaşmıyor Arasta
Bir kenardan başlıyorum saymaya
On bir burcun beş buçuğu Lef/koşa”
Kime ait olduğunu bilemediğim yukarıdaki dizelerde yazdığı gibi; Lefkoşa, tam ortasından geçen sınır nedeniyle yarım bir şehir aslında… Görenlerin yalancısıyım, bu şehrin güneyinde sarı, kuzeyinde beyaz yanan sokak lambaları geceleri şehri bir sınır çizgisi gibi tam ortasından bölüyor, gündüzleri de tel örgüler ve yüksek duvarlar… Arasta’sının yolu kesik, surlarının on bir burcu, Türkler ve Rumlar arasında beş buçuk – beş buçuk bölüştürülmüş. Ada’nın bütün yolları Lefkoşa’ya çıkıyor ama Lefkoşa’nın yolları tel örgülere, sınır kapılarına çıkıyor.
Mağusa’dan Girne’ye geçerken bir günümüzü ayırabildiğimiz Lefkoşa’da, sadece Surlar İçini gezebildik. Neyse ki listemize aldığımız yerlerin hemen hepsi Surlar İçi’ndeydi. 16. Yüzyılda Venedikliler tarafından inşa edilen, 1800’lerde ise Osmanlı’nın eli değen Girne Kapısı, karşılaştığımız ilk tarihi eser idi.
Milli Mücadele Müzesi’nde Kıbrıs Türk Toplumu’nun Milli Mücadelesi’ne ait belgeler, fotoğraflar, silahlar ve teknik araçlar sergileniyor. Kıbrıs’ın tarihini anlamak bakımından bu müze, gerçekten çok önemli ve etkileyici idi.

Milli Mücadele Müzesi’nden çıktıktan sonra, yolumuzun üzerinde bulunan Dr. Fazıl Küçük Müzesi’ne uğradık. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı yardımcısı ve Kıbrıs Türklerinin Rauf Denktaş’tan önceki liderinin bir zamanlar ailesiyle birlikte yaşadığı, doktorluk mesleğini yürüttüğü ve mücadelenin yönetildiği ve artık bir müzeye dönüştürülen bu konutta gördüklerimiz, Kıbrıs tarihi hakkındaki bilgilerimizi daha da pekiştirdi.

Girne Caddesi’ndeki Samanbahçe Evleri, şehirdeki ilk toplu konut denemesi olması açısından bir ayrıcalığa sahip. 1900’lerin başı, 1949 ve 1955 tarihlerinde üç aşamada inşa edilen beyaz badanalı, yeşil panjurlu bu kerpiç evler, fakirleşen halk için yapılmış. Sadece yayaların dolaşabildiği daracık sokakları, kapısında “stres yasaktır” yazılı evleri, girişteki kubbeli çeşmesi, çeşmenin önünde huzuru simgeleyen tembel kedisi ile Samanbahçe Evleri günümüzde fakirlikten çok huzuru temsil ediyor bence.

Girne Caddesi’ni yürümeye devam ettiğinizde Atatürk Meydanı’nda sizi Venedik Sütunu karşılıyor. Biraz daha yürüdüğünüzde Arasta’ya ulaşıyorsunuz. Arasta, aynı işi yapan esnaf ve sanatkârların hizmet verdiği çarşı demek. Lefkoşa’nın Arasta’sı, şehrin kalbinin attığı yer. Yiyecekten içeceğe, giysiden, mücevhere ve hediyelik eşyalara kadar her şeyi bulmak mümkün. Rum Kesimi’ne geçişi sağlayan Lokmacı Kapısı da burada.
Et, tavuk, sebze ve meyvenin yanı sıra Kıbrıs’a özgü yiyeceklerin satıldığı Bandabuliya; Osmanlı döneminden kalma Kumarcılar Hanı ve Anadolu mimarisinin Kuzey Kıbrıs’taki en güzel örneklerinden biri kabul edilen Büyük Han; şehrin görülmeye değer yerlerinden. Geleneksel el işleri, Kıbrıs’a özgü hediyelik eşyaların satıldığı dükkânların yanı sıra yerel mutfağın lezzetlerini sunan restoranlar da var. Oğlumla yemek molası verdiğimiz, Büyük Han’daki Sedir Restoran, yerli ve yabancı turistlerin uğrak noktalarından biri.
Camiye çevrilmeden önce görkemli bir katedral olan Selimiye Camii’ni restorasyonda olduğu için ziyaret edemedik. 15. Yüzyıl’dan kalma Lüzinyan Evi ile Ortaçağ’dan kalma bir yapının kalıntıları üzerine inşa edilen ve Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşıyan, günümüzde Kültür ve Sanat Merkezi olarak kullanılan Saçaklı Ev de dışarıdan gördüğümüz, tarihi yapılardı.
Barbarlık Müzesi’ni görmeye ne yazık ki zamanımız kalmadı. Açıkçası, bir zamanlar televizyonda gördüğüm ve günlerce rüyalarıma giren Binbaşı Nihat İlhan’ın ailesinin katledildiği o kanlı küveti, yeniden görmeyi içim kaldırır mıydı bilemiyorum.
Yunancada “Lefkosia”, İngilizcede ise “Nicosia” olarak bilinen ve “beyaz tanrıların şehri” anlamına gelen Lefkoşa’yı kendine özgü yapan “casino ve night club”ları değil bence, onu kendine özgü yapan kalbinde taşıdığı “Yeşil Hat” denilen bıçak yarası ile bölünmüş tek başkent olması…

Sait Faik; çok sevdiğim “Robenson” öyküsünde “Yuvarlak dünyanın üstünde isimlerini bilmediğimiz fiyortlar, kanallar ve limanlar; gece olunca sakin denize bazen tek bir fener, bazen sağanaklı ışıklar döküp yürüterek, bu yuvarlak dünyanın üstünde bir vücut gibi sinirli ve hararetli yaşarlar. Dünyada bakışları birbirine benzeyen birçok insanlar, deniz kenarlarında yıkanır; dağların üstünde buzlar içinde kayar veya ovaların salkımsöğütleri, kavakları altında sevişirler. Gözlerin gözlerimden ziyade bana yakın, ellerin ellerim kadar sinirli, sarı tüylü ensen, sandallarının içine hapsolmuş müsterih çıplak ayakların… rengin sarı, kırmızı, esmer, siyah, ne olursa olsun, lisanını anlar, kokunu duyar gibiyim. Bu yeşil, sarı, lacivert bayrak sizin bayrağınız. Komşu kabilelerin bayrağı aynı renkte, aynı şekilde fakat üzerinde dokuz yıldız var. Onun için mi boğazlaşıyorsunuz? Kavgadan evvel evlerinde yemek yediğin, başı sana dokunduğu zaman yaşadığını hissettiğin çocuğu, dokuz yıldız için mi öldüreceksin?” diyerek “Ben bayrakları değil, insanları seviyorum.” sözleriyle insanoğlunun savaşmasına neden olan sınırlara karşı olduğunu çok güzel ifade eder. Ne zaman ki insanları bayraklardan daha çok seveceğiz işte o zaman bu dünyaya barış gelecek.
Karmakarışık duygularla ayrılıyorum “beyaz tanrıların şehrinden”…
AKDENİZ’İN GÖZDESİ: GİRNE
Yavru vatanın kalbine yaptığımız üç günlük gezimizin son ayağında, Girne’deyiz. Kıbrıs’ın incisi diyorlar Girne için. Doğru ama eksik bir benzetme bence… Kıbrıs haritasını gözümüzde canlandıracak olursak, Girne; Ana vatanı işaret eden zarif bir parmaktaki mavi incili bir yüzük gibi…
Yalnızca deniz ve gök mavi değil burada, Girne’nin dağları da mavi… Girne’nin rengi nedir diye sorsalar, hiç düşünmeden mavi derim.
Kuzey Kıbrıs’ın turizm başkenti,
Güneyinde Girne Dağları, kuzeyinde Akdeniz ‘in mavi suları…
Kalbinde antik limanı…
Ve limanın çevresinde lokantaları, barları, açık hava kafeteryalarıyla cıvıl cıvıl bir şehir…
Açık denize yolcu ettiği sevgilisinin yolunu gözleyen bir deniz kızı Girne… Sevgilisini beklerken eğlenmeyi de ihmal etmiyor ama… Akdeniz’in en gözde eğlence merkezlerine de ev sahipliği yapıyor. Las Vegas uzak diyenler, soluğu burada alıyor. Girne; limanı, tarihi kalesi, masmavi denizi ve lüks otelleriyle gerçekten de eğlenceli bir Akdeniz şehri…

Trafiği biraz sıkışık… Trafik, sağdan işlediği için yolda karşıdan karşıya geçerken dikkat etmek gerekiyor. Girne’de taksiler, son derece pahalı fakat bir o kadar da lüks. Kumar deneyimi yaşamak için gittiğimiz otelden ayrılırken çağırdığımız taksiye binince, kendimi makam otomobilinde hissettim doğrusu.
1953- 56 yılları arasında Girne yakınlarındaki Bellapais köyünde yaşayan ünlü İngiliz yazar Lawrance Durrell, Duff Cooper Ödülü’ne layık görülen “Kıbrıs’ın Acı Limonları” adlı otobiyografik eserinde yüzlerce yıl barış içinde yaşamış iki toplumun nasıl iki düşman hâline getirilerek Kıbrıs’ın nasıl bir cehennem adasına dönüştüğünü anlattığı eserinde bir Kıbrıs türküsüne de yer verir:
Girne’ye gidersen
surların içine girme..
girersen, çok kalma.
Çok kalırsan, evlenme.
Evlenirsen, çocuk yapma!
Türküde verilen öğütler artık eskimiş bence… Şehrin taş döşenmiş ara sokaklarında gezmek, tarihi limanında akşamüstleri Akdeniz’i seyretmek, ufacık çarşısında alışveriş yapmak çok hoş… Girne, artık eski zor günlerini geride bırakmış. Burada surların içine de girilir, çocuk da yapılır velhasıl keyifli bir ömür geçirilebilir. Sadece iki gün iki gecemizi geçirdiğimiz şehirden bu duygular içinde dönerken aklım Kıbrıs’ta, kalbim Akdeniz’in gözdesi Girne’de kaldı.
Seyhan Can
[1] https://kurumsal.aygaz.com.tr/otogaz/duyurular/neden-bazi-ulkelerde-trafik-soldan-akar