SÖYLESENE BOUGRAS, AY, TANRI’NIN ÜLKESİ MİDİR?

Büyük Rus yazarı Tolstoy, Anna Karenina romanına “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür.” cümlesiyle başlar. Ben de Tolstoy’dan aldığım ilhamla bütün mutlu çocukların hikâyeleri birbirine benzer, mutsuz çocukların hikâyeleri birbirine benzese de böyle çocukların yaraları kendine özgüdür, demek istiyorum. Fransız yazar Robert Sabatier’nin kaleme aldığı İsveç Kibritleri’nin her sayfasında, dünyaya dair masum ama keskin gözlemlerine tanıklık ettiğimiz Olivier de işte bu çocuklardan biri…

Robert Sabatier’in, küçük bir çocuğun dokunaklı hayatından bir kesiti anlattığı romanı İsveç Kibritleri; insanın anavatanının çocukluk olduğuna bir kez daha ikna ediyor bizi. Çünkü Doğan Cüceloğlu’na göre çocukluk, insan ruhunun parmak izidir.

Yasemin Çalıkır’ın çevirisiyle Eriken Yayınları tarafından Şubat 2025’te dilimize kazandırılan İsveç Kibritleri’nin ilk basım yılı 1969. Bu yazının başlığı, kitabın epigrafından alındı. Niye diye sormasanız da cevabını vereyim: Hayatta tutunacak tek dalı olan annesini kaybeden ve içinde hiçbir şeyin dolduramayacağı kocaman bir boşluk taşıyan on iki yaşındaki Oliver’nin yaşadığı sokaktaki belki de en yakın arkadaşı diyebileceğim anarşist ruhlu Bougras’a sorduğu biraz korku, biraz da sitem içeren bir soru bence bu…

Olivier’nin hikâyesine geçmeden önce, romanı kaleme alan Robert Sabatier’den söz etmek gerek… Kitabın yayıncısı ve aynı zamanda Sabatier’nin yakın dostu Francis Esmenard, ön sözde “İsveç Kibritleri hakkında Robert’in çocukluğu anmadan konuşulamaz” diyerek romanın otobiyografik özelliğinin altını önemle çiziyor. Esmenard’ın yazdıklarından anlıyoruz ki Robert aslında Olivier’dir.

Montmartre’daki Labat Sokağı’nda küçük bir tuhafiye dükkânı olan annesiyle birlikte yaşayan Robert, on iki yaşında annesini yitirdiği gün öksüzlüğü, öksüzlüğü öğrendiği gün de hayal kurmayı, daha doğrusu uyanıkken hayal görmeyi öğrenir. Amcası ve yengesi tarafından büyütülen Robert, küçük bir matbaa sahibi olan amcasının yanında dizgici çırağı olarak çalışır, kitaplara duyduğu sevgi de bu zamanlarda filizlenir.

İsveç Kibritleri, Paris halkının büyük beğenisini kazanır. Sabatier, iki milyon adet basan kitabın telif geliriyle kendisine büyük bir malikane satın alır ve malikanenin Marcel Proust’a ayırdığı bir odasında Proust’a ait kitapları ve fotoğrafları toplar. Sabatier’nin, Labat Sokağı sakinlerinden biri olan ve öksüz Olivier ile yakından ilgilenen kadına, “Kayıp Zamanın İzinde” romanının kahramanlarından Albertine’in adını vermesinin nedeni de Proust’a duyduğu hayranlığın bir göstergesi olsa gerek.

İsveç Kibritleri, küçük bir çocuğun gözünden hayatı, yoksulluğu, dayanışmayı ve insan sıcaklığını yalın ama şiirsel bir dille anlatan dokunaklı bir başyapıt. Yazar, Montmartre yakınlarında bulunan Labat Sokağı’ndaki gündelik yaşamı, insan ilişkileri ve yoksulluğun içindeki küçük umut kıvılcımlarını öyle bir ustalıkla anlatıyor ki roman bir çocukluk hikâyesi olmaktan çıkıp, evrensel bir insanlık anlatısına dönüşüyor. Romanda; Olivier’nin yaşamının başlangıcında tanıştığı ölüm acısı, tek başınalığı, çocuk duyarlığı anlatılmıyor sadece; başta kuzenleri Elodie ve Jean olmak üzere, yaşlı Bougras’ın, Albertine’in, sakatlığı nedeniyle herkesin Örümcek adını verdiği fakat sadece Olivier’e gerçek adını söyleyen Daniel’in, üst kat komşusu güzeller güzeli Mado’nun, radyo tamircisi Lucien’in okul arkadaşları Loulou’nun, Capdeverre’nin bu küçük çocuğun yaralarına nasıl merhem oldukları da anlatılıyor. Arka planında 1930’ların ekonomik bunalımına tanıklık ettiğimiz romanda; ölüm acısı, yalnızlık, hüzünler, düşler ve küçük mucizelerle dolu sevgi dolu bu hikâyeye tanıklık ediyoruz. Anılarla, düşlerle, acıyla ve sevgiyle örülü bu romanı, kimi zaman hüzünle, kimi zaman tebessümle ama daima derin bir insanlık duygusuyla okuyoruz.

Kitabın epigrafını yazıma başlık olarak seçtiğimi belirtmiştim. Belirtmem gereken bir şey daha var. Kitabı açar açmaz karşımıza Ali Emre Ölmez’in çizdiği bir “Mont-Cenis Sokağı”nın eskizi çıkıyor. Kitabın 82. Sayfasındaki şu paragraf, bu çizimi daha anlamlı kılıyor: “Yaşanan hüzünlü ya da sevinçli anlara göre sokak kostüm değiştiriyordu. Kimi zaman binalar, eski, yıpranmış, kirli, hatta tıpkı Sacre-Couer’deki Pazar ayinine gitmek için Becquerel merdivenlerini ya da Mont Cenis Sokağı’ndakileri güçlükle çıkan kadınlar gibi bitkin görünüyor; kimi zaman da pencerelerden yükselen seslerle sokağa ne kadar genç olduklarını haykırıyorlardı.” Olivier açısından baktığımızda, başta Labat Sokağı olmak üzere, romanda anlatılan tüm sokaklar; yaptığı, gördüğü her şeyi annesine anlatmak isteyen; fakat “kendisini çaresiz kılan bu imkansızlıktan kaçmak istercesine, kolları iki yana açık ve yüzü gökyüzüne doğru, sanki bir delilik rüzgârına kapılmışcasına” hızla koştuğunun tanıkları… Bu sokaklar, bu küçük çocuğun yalnızlığının, çaresizliğinin tanıkları… Bu nedenle, kitabın ilk sayfasında, Oliver’nin yaşamında önemli bir yeri olan “Mont Cenis Sokağı”nın yer almasını çok dokunaklı bulduğumu ifade etmeliyim. Romanı okuduktan sonra, “Yuvası olmayan bir çocuğun yuvası, ayın aydınlattığı sokaklardır” demek çok yanlış olmayacak sanki… Olivier de çocukların Tanrı’nın koruması altında olması gerektiğini düşünerek Bougras’a “Ay, Tanrı’nın ülkesi midir?” diye sormuş olamaz mı?

Robert Sabatier, Charles Dickens’in romanı Oliver Twist’e hürmeten romanın kahramanına Olivier adını vermiş. İsveç Kibritleri, “Kibritler, Şekerler, Fındıklar” üçlemesinin temelini oluşturuyor. Yazarın, amcasının evinde tanıştığı ünlü kişileri, Saint Martin Kanalı’nı ve tabii Paris sokaklarını anlattığı üçlemenin ikinci cildi “Üç Nane Şekeri”nin de Eriken Yayınları tarafından yakın bir gelecekte dilimize kazandırılması umuduyla…

Seyhan Can

yazı görseli olabilir

Beğen

Yorum Yap

Paylaş

Yorum bırakın