Fırat’ın Kara Gülü : HALFETİ

Urfa’ya kadar gidip de Fırat’ın yuttuğu Halfeti’yi görmemek olur mu? Gitmeden Halfeti hakkında öyle çok şey duydum, öyle çok şey okudum ki orada bir tekne turu yapamayacak, uzun süre kalamayacak olsak da kendimizi Halfeti’ye giden minibüsün ön koltuklarında buluverdik. Hava soğuktu, yağmur yağıyordu. Belki buraları gül mevsiminde görmek daha iyiydi ama kışın da başka bir güzelliği vardı sanki. Minibüste bizden başka kimse yoktu. Açıkçası yola çıkarken biraz tedirgin olmadım değil. Çünkü 2014’ün Temmuz’unda iki motorcu gezginin öldürüldüğü, bir insanlık ayıbının yaşandığı bir yere gidiyorduk. İmralı’daki teröristbaşının Halfeti’nin bir köyünde doğmuş olduğunu, yola çıkmadan önce arayan bir arkadaşımın da “Sizde iyi cesaret var doğrusu!” sözlerini de düşününce bu tedirginlik önce, “Yollar, güvenli midir?” sorusuna, sonra da şoförün güven uyandıran cevabıyla merak ve heyecana dönüşüyor.

Minibüse biner binmez şoföre ücreti vermek istiyoruz fakat şoför  almıyor, meğer burada ücret, binerken değil inerken veriliyormuş. Bir şey daha öğrenmiş oluyorum böylelikle… İki buçuk saatlik yolculuğumuzun yarım saati Urfa içinde yolcu toplamakla geçiyor. Minibüsümüz dolmasa da yola çıkıyor ve uzunca bir süre Urfa-Gaziantep karayolundan gidiyoruz. Halfeti, Urfa’dan çok Antep’e yakın. Urfa, fıstığını kaptırdığı gibi Halfeti’yi de Antep’e kaptırmış sanki. Yollar çok geniş, duble yollar buraya da yapılmış. Birecik yakınlarında ana yoldan ayrılıp Halfeti yoluna dönüyoruz. Yeşilözen köyüne geldiğimizde minibüsteki son yolcu da inince şoför bir bakkalın önünde duruyor, el frenini çekip inerken de bakkaldan istediğimiz bir şey var mı diye soruyor. Yok, diyoruz. On dakika sonra geri döndüğünde elindeki gazoz şişesini uzatarak içer misiniz, diye soruyor. Şoförün gazozu fırtlaşma önerisine biraz gülümseme çokçası şaşkınlıkla  hayırlı bir teşekkür ediyoruz. Ama içimiz, bu naif öneri karşısında bir kez daha ısınıyor.

Halfeti’ye yaklaşırken yol boyunca gördüğümüz fıstık ağaçları da sıklaşıyor. Tarlalar kırmızı, sarı, turuncu renkteki taşlarla dolu. Tarla sınırları bu taşlarla belirlenmiş. Zamanımızın fazla olmadığını, hemen döneceğimizi daha önce söylediğimizden şoförümüz, Yeni Halfeti’ye girmeden bir sonraki seferi yapacak olan minibüsün şoförünü arayarak bizi beklemesini istiyor. Yeni Halfeti’deki transferden sonra  on kilometre daha gidiyoruz. Şoförümüz Kemal Bey, Halfetili imiş. Konuşkan ve yardımsever… Eski Halfeti girişinde aracı yolun kıyısına çekip Halfeti yazısının önünde fotoğraflarımızı çekiyor. Manzara güzel olmasına güzel ama daha çok hüzünlü… Karşımızda görünen;  belden aşağısını Fırat’ın sularına kaptırmış,  girişi olup çıkışı olmayan yarı ölü bir kasaba, bir batık kent…

Halfeti, Birecik Barajı’nın yapılmasıyla 2000 yılının sonlarına doğru, köy meydanı, nehrin kıyısındaki evler, bahçeler, mezarlık ve tüm yaşanmışlıklarla birlikte yarı beline kadar sular altında kalıyor…  Cami sulara kapıldı kapılacak gibiyse de  tepedeki evler kurtarmış kendini… Halfetililere yeni bir yer, yeni bir hayat verilmiş. Onlar da çekip gitmişler tarihsiz, anısız yerlerine. Dediklerine göre en son kediler terk etmiş burayı…

3000 yıllık tarihinde, Roma’dan, Bizans’a, Sasanilerden, Emevilere, Abbasilerden, Eyyubilere, Selçuklulardan Osmanlı’ya birçok önemli medeniyete ev sahipliği yapmış olan ve kurucusu Romalıların  “Ekamia” adını verdiği Halfeti, sular altında kalmadan ve en son kediler tarafından terk edilmeden önce kendi halinde bir ilçe merkeziymiş.

Sular altında boğulana dek kimsenin bilmediği Halfeti’ye şöhret bundan sonra gelmiş. Aslında sadece Halfeti kalmamış sular altında, Birecik Barajı’nda su tutulmaya başlanmasıyla birlikte 96 köy daha sulara gömülmüş, kaderleri ve anılarıyla birlikte…  TV’ler, gazeteler, gezginler falan derken Halfeti turistik bir yer olup çıkmış. Sahilde birkaç restoran, cafe yapılmış. Bir de tepeye bu sükuneti bozan çok katlı, çirkin bir otel dikilmiş. Bizim gittiğimizde sokaklarda bir kadın ve bir çocuktan başka hiç kimse yoktu. Turizm sezonunda kalabalık oluyormuş, tekne turları düzenleniyormuş. İki saate yakın süren tekne turunda Halfeti’nin kaderini paylaşan diğer köyler de görülebiliyor, Gaziantep’teki Rumkale’ye kadar gidilip dönülüyormuş. Aziz Nerses Kilisesi,  Barsavma Manastırı ve kaya kilisesinin yer aldığı Savaşan köyünü tekne turuyla görmek mümkün oluyormuş.

Şoförümüz Kemal Bey,  asma köprüden karşıya geçerken Halfeti’de çekilen Karagül dizisinden söz edince konu dünya üzerinde sadece Halfeti’de yetişen “kara gül”e geliyor. Çok nadir bir çiçek, “Arap Gelinliği” veya “Arap Güzelliği” olarak da adlandırılıyormuş. Birçok efsaneye konu olmuş bu gül, sihrini ve rengini Fırat’tan almış. Eğer bu kara gül, alınıp başka bölgelere götürülüp dikilirse orada siyah renkte açmıyormuş. Halfeti’de doğal yollarla yetişen kara gül, Hollanda’da seralarda yetiştiriliyormuş. Gül mevsiminde gidecek olanlar bu gülü görme şansına sahip olabilirler belki.

2013’te Güneydoğu’nun  ilk ve tek cittaslow[1]  (yavaş) şehri olmuş Halfeti’den ayrılma vakti…

Bilmediğimiz bir yolun gidişi uzun, dönüşü kısadır derler. Doğrudur, dönüş bilinmez olmaktan çıkmıştır çünkü. Dönüş yolundayız artık. Kulağımda şoför ve yolcuların sarmaş dolaş olmuş  Türkçe ve Kürtçe sözcüklerle konuşmaları; aklımda da  balıklardan başka ziyaretçisi olmayan mezarlar,  Halfeti’nin sadece Fırat’ı seven kara gülü ve Halfeti’yi en son terk eden kediler…

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynaklar[2]

[1] İtalyanca “Città ” ve İngilizce “Slow” kelimelerinin birleşmesiyle türetilen Cittaslow, “Yavaş Şehir” anlamına geliyor. Cittaslow, 1999 yılında İtalya’da kurulmuş uluslararası bir belediyeler birliği. Ülkemizde 2017 itibarıyla 12 şehir “Yavaş Şehir” unvanını almıştır.

[2] https://www.sanliurfa.bel.tr/icerik/227/30/halfeti

https://www.dailysabah.com/feature/2015/07/24/the-black-rose-of-halfeti

https://www.ntv.com.tr/galeri/yasam/siyah-gulun-fiyati-el-yakiyor,5A0I6T0n3UGqQEjIgorXpA

 

One comment

BEREKETLİ HİLAL’İN KUZEY YILDIZI: ŞANLIURFA – Seyhan Can'ın Sayfası için bir cevap yazın Cevabı iptal et